site sağ üst köşeye bayrak ekle

Berk942.tk

Ozanlarımız

Benim Eklediğim Ozanların Listesi...

Aşık Beyhani 
Aşık Daimi 
Aşık Dildari 
Aşık Fedai 
Aşık Figani 
Aşık Halil 
Aşık Hüdai 
Aşık İğzari 
Aşık Mahcubi 
Aşık Meraki 
Aşık Nurşani 
Aşık Reyhani 
Aşık Sadıki 
Aşık Sülük Hüseyin 
Aşık Şamili 
Aşık Veysel ŞATIROĞLU 
Çekiç Ali 
Dertli Ercişli 
Erzurumlu Emrah 
Kaplani (Hasan Kaplan) 
Kaygusuz Abdal 
Mevlüt Şafak (İhsani) 
Murat Çobanoğlu 
Pir Sultan Abdal 
Sefil Seyyahi 
Sümmani 
Şerafettin Taşlıova 
Zaralı Halil (Halil Söyler) 
Aşık Bulali 
Aşık Dervişan 
Aşık Elfazi 
Aşık Ferrahi 
Aşık Geyrani 
Aşık Hasan Hüseyin Orhan 
Aşık İbreti 
Aşık Kahri 
Aşık Mahzuni Şerif 
Aşık Nidasız 
Aşık Perişan 
Aşık Rufai 
Aşık Suzani
Aşık Sümmani 
Aşık Şirini 
Aşık Zevraki 
Dadaloğlu 
Emrah
Gufrani 
Karacaoğlan 
Köroğlu 
Muharrem Ertaş 
Neşet Ertaş 
Sefil Heyrani 
Seyrani 
Şah Turna 
Yunus Emre 
Aşık Davut Sulari
 
 

                  

Aşık Beyhani 

Bülbülden öğrenmiş gülü Garibim beklerim yolu
İncitme Beyhani kulu Vur sineme öldür beni


Beyhani Erzincan´ın Çayırlı ilçesine bağlı Eski Esperek, yeni adıyla Verimli köyündendir. 1933 yılında bu köye çok yakın Gamga köyünde doğdu. Babası Hüseyin, anası İbrahim kızı Gülizar´dır. Beyhani´nin asıl adı İbrahim´dir. çocukların en büyüğüdür. Sırasıyla ana baba bir Ziynet, Hüseyin, Ahmet ve ana ayrı Ali Hıdır adlı dört kardeşi vardır. Ana Gülizar, ozan gönüllü doğuşlu deyişleri olan sesi güzel bir anadır. Denebilir ki, Beyhani özelliğini anasından almıştır. Beyhani okumayı, ilmi, Kur´an-ı köylerindeki alimlerden İsmail Efendi ve Cafer Ağa´dan öğrenmiştir. 
Beyhanilerin köyüne o dönemlerde sık sık gezici ozanlar gelmekte imiş. Bu ozanlardan en çok ildeşi ve tanıdığı Davut Sulari´ye ısınmıştır. Bir de aynı köyden olan Nişani adlı ozana yakınlaşmıştır. Beyhani´nin ilk saz ustası çok güzel kabak kemençe ve bağlama çalan amcası Rıza Efendi´dir. Sazda ustalaşması Davut Sulari ile olur. Beyhani 14 yaşında iken babası, yanına iki ozan katar, birlikte Suriye, İran ve Irak´ı dolaşırlar. Aç-susuz kalarak 9 gün yalnız hurma ile geçinirler. 2 yıl sonra döndüklerinde, Beyhani gelişmiş, ağırlaşmış ve iyice ustalaşmıştır. Kendisine "nedir bu durum´´ denildiğinde ise şu cevabı vermektedir: ´´Aşıklık, bir dad-ı haktır, bakmayın gerisine´´. 

1954 yılında halasının kızı Aslı ile evlenmiştir. Bu evlilikten Kenan, Selvi, Nazlı ve Nazan adlı 4 çocuğu vardır. 1956 yılında askere gider. 1960´dan sonra da İstanbul´a yerleşir. Beyhani sağlığında sık sık Hacı Bektaş ve Pir Sultan Abdal gecelerine katılırdı. 1971 yılında mafsal romatizması teşhisi ile Şişli Etfal Hastahanesine yatırılır. Ağrılarının dinmemesi üzerine kaplıcalara girer, köyüne gider, geri döner, fakat ağrıları hala dinmemiştir. Bu kez Amerikan Hastahanesine yatırılır. Böbrek üremesi olduğu anlaşılmıştır.
17 Ağustos 1971´ de 38 yaşında iken ölür. Mezarı Kağıthane´de dir.

Aşık Daimi 

Daimi´yem Her Can Ermez Bu Sırra,
Gerçek Aşık Olan Erer O Nûra. 
Yusuf Sabır İle Vardı Mısır’a,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.


Aşık Daimi 1932 yılında İstanbul´da doğdu, aslen Erzincan´ın Tercan ilçesindendir. Ali Babaoğullarından Baba Daimi, Birinci Dünya savaşı sıralarında İstanbul´a göç etmiştir. Aşık Dami´nin iki dedesi de saz şairiydi o nedenle saz çalmayı ve söylemeyi kolayca öğrendi. Bir süre sonra da kendi deyişlerini okumuştur. İstanbul´dan ayrılarak bir süre baba diyarında kalan aşık 1950 yılında evlendi iki kızı ile iki oğlu dünyaya geldi. 1962 yılında bir daha dönmemek üzere İstanbul´a yerleşti.

TRT Genel Müdürlüğü´nce açılan sınavı kazandı. O tarihten sonra kaşeli sanatçı olarak görevini sürdürdü. Zaman zaman yurtiçi ve yurtdışında konserler verdi. 17 Nisan 1983 tarihinde aramızdan ayrıldı. En çok bilinen eserleri: Ne ağlarsın, seherde bir bağa girdim, bir seher vaktinde..

Aşık Dildari 

Artvin´in Yukarı Hod (şimdiki adı Yukarı Maden) köyünde yaşadı. Yaşamına ilişkin ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Bazı deyişlerden yola çıkılarak Şamili´nin gençlik dönemlerinde Dildari´nin yaşlı bir saz şairi olduğu kabul edilmektedir. Buna göre 19. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı anlaşılmaktadır. Kevork Pamukciyan´ın Ermeni harflerle yazılmış Türkçe cönkten yaptığı derlemelerde de Dildari´ye ilişkin bilgi ve birkaç şiir örneği bulunmaktadır. Ayrıca 1884 yılında Artvin´in Hamamlı köyünde doğan ve 1. Dünya Savaşı (1914-1918) döneminde Zile´ye göçen ve orada öldüğü sanılan bir Dildari daha bulunmaktadır.

Bu Gece 
Ela gözlüm vatanını terketmiş 
Bahah neye varır halım bu gece 
Bülbül idim dost bağına bakardım 
El kopardı gonca gülüm bu gece 

Dertlilikte beter oldum Kerem´den 
Ah çekerim duman çıkmaz serimden 
Ayırdılar beni güzel yarimden 
Yetsin muradına alem bu gece 

Der Dildari yanem ölene kadar 
Böyle imiş bize nasip mukadder 
Arzuhalim birer birer vasfeder 
Viran oldu bülbül dilim bu gece


Aşık Fedai 

1930´da Artvin´in İşhalbir (şimdiki adı Kalburlu) köyünde doğdu. Asıl adı Ahmet Acar´dır. Aşıklık geleneğini babası Aşık Yanari´den öğrendi. Babasının ve halasının çocuklarının etkisiyle bağlama, ud ve cümbüş çalmaya başladı. İlk gençliğinden itibaren şiir yazmaktadır. Aynı dönemde yöredeki İdris adlı bir aşıkla yaptığı deyişmeden sonra Fedai mahlasını aldı. Askerdeyken sevdiği kızın başkasıyla evlendirilmesi üzerine köyünü terkederek Bursa´ya göçtü. Yaklaşık 9 yıl orada yaşadıktan sonra İstanbul´a yerleşerek 18 yıl değişik işlerde çalıştı. Bu dönemlerde yaşadığı ve karşılaştığı birçok olaya ilişkin şiir yazdı. Şiirlerinde genellikle özlem ve sevgi konularını işleyen Aşık Fedai, daha sonra Burgaz´a yerleşti.2001 yılında Bursa´da bir huzurevinde yaşamaya başladı.

Ağlarım 
Sevdiğim güzeli benim bilirdim 
Dün gece benden hep kaçtı ağlarım 
Bilirdim ki gözü var imiş bende 
Yüreğime yara açtı ağlarım 

Oturup bir yerde yerleşecektik 
Güzelce o yerde dirleşecektik 
Gelmişti zamanı birleşecektik 
Ayrılık önüme geçti ağlarım 

Fedai yar için can feda eder 
Sormazsınız yarsiz kalacak ne der 
Ekim yirmi beşte askere gider 
Yolum gurbet ele düştü ağlarım 


Aşık Figani 

Artvin´in Hezor (şimdiki adı Hızarlı) köyünde yaşadı. 19. yüzyıl şairlerinden olduğu bilinen Figani´nin doğum ve ölüm tarihlerine ilişkin bilgi bulunmamaktadır. Kendi köylüsü olan Aşık Kahri´yi yetiştiren Figani´nin birkaç tanesi dışında kaynaklara aktarılmış eseri yoktur. Özellikle şiirlerinin bulunmaması, zaten sınırlı olan yaşamına ilişkin bilgileri daha da bilinmez kılan Figani´nin, yaklaşık 1810 yılında doğduğu ve 1850 öncesi bir tarihte öldüğü varsayılan Hodlu Saidi´ye yaptığı bir benzekten yolaçıkılarak 1800´lerin ilk yarısında yaşamış olabileceği düşünülebilir.

Nazar Kıldım 
Gündüz hasret gece fikr ü hayalde 
Gördüm o cananı düş nazar kıldım 
Görmeseydi keşke gözlerim onu 
Kaldırıp nikabın hoş nazar kıldım 

Sevdiğim seyrana indi salındı 
Al yanak üstüne yahşi hal indi 
Bir of çektim kara bağrım delindi 
Yoksul bağlarına yaş nazar kıldım 

Kime arzedeyim yaman halimi 
Felek kırdı kanadımı kolumu 
Der Figani deremedim gülümü 
Dostun bağlarına boş nazar kıldım 


Aşık Halil 

1941 yılında Artvin´in Aşağı Hod (şimdiki adı Aşağı Maden) köyünde doğdu. Asıl adı Halil Halit Yıldırım´dır. Küçük yaşlardan itibaren halk şiiri ve aşıklık geleneğiyle ilgi duymaya başladı. Köyüne gelip giden ve yörede yaşayan birçok aşığın etkisi ve katkısıyla kendini geliştirdi. Şamili, Mahcubi gibi kendi köylüleri dışında Sümmani, Şenlik gibi Kuzeydoğu Anadolu aşıklıklarının türkülerini öğrendi. Bir süre köyünde muhtarlık da yapan Aşık Halil, hem bu dönemde karşılaştığı sorunları hem de başka birçok konuyu şiirlerinde dile getirdi.

Korkarım 
Yelken açar deryalarda yüzerim 
Dibi görülmeyen gölden korkarım 
Coşkun ırmaklardan yüzer geçerim 
Akar boz bulanık selden korkarım 

İş yapmayıp cadde sokak dolaşan 
Genç yaşında haylazlığa alışan 
Düşünmeden vara yoğa konuşan 
Terbiye görmemiş dilden korkarım 

Gerçeği konuşur bu dilim susmaz 
Namert rüzgar olsa kapımda esmez 
Mert bir delikanlı yiğidi kesmez 
Aslı bozuk olan kuldan korkarım 

Ben Halil´im tatlı canım üzerim 
Gece gündüz daim okur yazarım 
Yıllar vardır dolaşırım gezerim 
Dönüşü olmayan yoldan korkarım 


Aşık Hüdai 

Gönül çalamazsan aşkın sazını Ne perdeye dokun ne teli incit
Eğer çekemezsen gülün nazını Ne dikene dokun ne gülü incit


1940 yılında Maraş’ ın Göksun ilçesinin Yoğunoluk köyünde doğdu. 11 yaşından itibaren irticalen şiir söylemeye başladı. Yaşlı ve usta aşıkların yanında kendisini yetiştirmiştir. Küçük yaşta babasını yitirir. Okumayı yazmayı birçokları gibi Hüdai de askerlikte öğrenir.

İki yıl Konya da yapılan aşıklar bayramına katıldı. 1968 yılında şiir dalında birinci olarak Fuzuli ödülünü aldı. 1969 da atışma ve şiir dallarında ikinci olarak Dadaloğlu ve Yunus Emre ödüllerini kazanmıştır. Şiirleri iç dünyasını yansıtır. Tasavvufa yönelmiştir. Şiirlerinde kendine özgü bir incelik ve deyiş güzelliği vardır. 23 Kasım 2001 tarihinde aramızdan ayrıldı...


Aşık İğzari 

1877-1967. Artvin´in Aşağı Hod (şimdiki adı Aşağı Maden) köyünde doğdu. Asıl adı Kasım Ocak´tır. Yörede Kasım Hafız ya da Kasım Hoca olarak bilinir. Küçük yaşlardan itibaren iyi bir medrese eğitimi gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. Aşıklık geleneğini de küçük yaşlardan itibaren öğrenmeye başladı. Hem hece hem de aruz ölçülerine göre şiirler yazan İğzari, döneminde birçok ünlü aşıkla karşılaştı, dostluk kurdu ve deyişmelerde bulundu. Bazı kaynaklarda Yusufelili Muhibbi´nin bir muammasını cevapladığı yeralmaktadır. Ancak İğzari, Muhibbi´nin (1823-1868) ölümünden yaklaşık 10 yıl sonra doğduğuna göre, böylesi "sanal" bir karşılaşma sonradan İğzari tarafından yazılmış olabilir. Artvin dışında Kars´ın değişik ilçelerinde hocalık, imamlık ve müftülük yaptı. En son Selim müftülüğünden emekli oldu. Şiirleri dışında bir de Mevlit yazan İğzari, genellikle dini ve felsefi konuları ağırlıkla işledi. Yaşamının son dönemlerini Selim´e yerleşen çocuklarının yanında geçiren İğzari, bir öğrencisini ziyaret etmek için yola çıktığında dağda tipiye yakalandı. Küçük bir kovuğa sığınmasına karşın soğuk ve tipiden kurtulamayarak yaşamını yitirdi. Sonraki günlerde onu arayanlar elinde Kuran, donup kalmış olarak buldular.

E�����ý�ð8@¢.?0
Talibi cifedir kerkeşi kellat 
Mermer-i ankayı bedle eğletir 
Aşığı bend etmez zinciri polat 
Ve lakin aşk ile sevda eğletir 

Kemaldir guş eden sohbeti sazı 
İrfan bilir bu rumuzu bu razı 
Bekliyor bulağı mevladır arzı 
Sanmayın Mecnun´dur Leyla eğletir 

Ademde buldu mu ademi ara 
Mey için mest olur bakmaz engura 
Çekiyor kalyonu nehr ile tura 
Katredir İğzari derya eğletir 


Aşık Mahcubi 

Artvin´in Aşağı Hod (şimdiki adı Aşağı Maden) köyünde doğdu. Asıl adı Mehmet´tir. Yaşamına ilişkin ayrıntılı bilgi yoktur. Ancak 19. yüzyılın 2. yarısı ya da 20. yüzyılın ilk yıllarında öldüğü sanılmaktadır. Hıfzı Baba´nın Mahcubi´nin ölümü üzerine yazdığı bir şiirinden yola çıkılarak Hıfzı´dan (1860-1915) daha önceki bir dönemde öldüğü varsayılmaktadır. Bazı kaynaklarda ise 1912 yılındaki Balkan Savaşına katıldığı ve daha sonraki bir dönemde öldüğü aktarılmaktadır. Göle´nin İncesu köyünde uzun süre imamlık yaptı. Aynı köyde Aşık Müdami tarafından bulunan bir cönkte de şiirlerine rastlanan Aşık Mahcubi, ağırlıkla dini olmak üzere sevgi, ayrılık gibi konuları işledi. Aşık Mahcubi, destanları ve zincirleme şiirleriyle de günümüze önemli örnekler bırakmıştır.

Kızhanım 
Nice bir çekeyim firkati nazı 
Kar eyledi şirin cana Kızhanım 
Alma bu düşkünün ah u zarını 
Nice yalvarayım sana Kızhanım 

Batum Livaneli vasfın neylesin 
Kars ile Erzurum saçını örsün 
Alay Gürcistanlı selamın dursun 
Gene azdır ol ilvana Kızhanım 

Bülbüller zar eder güllere karşı 
Gel beni ağlatma ellere karşı 
Gönderme Mabcubi çöllere karşı 
İnsaf edip gel imana Kızhanım


Aşık Meraki 

1925 yılında Artvin´in Tolgum (şimdiki adı Salkımlı) köyünde doğdu. Asıl adı, Yusuf Biber´dir. Küçük yaşlarda şiire ilgi duymaya ve aşıklık geleneğini öğrenmeye başladı. İlk şiirini 20 yaşlarında yazdı. Babası akordeon, annesi ise akordeon ve santur çaldığından müziğe yatkın bir ailede büyüdü. Kendisi de zamanla akordeon çalmayı öğrendi. İlk dönemde Yusuf, Coşkuni gibi mahlasları kullandı. Yaklaşık 40 yaşlarındayken Artvin Halk Eğitim Müdürlüğü tarafından çıkarılan "Çoruh" adlı dergide gördüğü Aşık Efkari´nin bir şiirine yazdığı benzek şiiri Efkari´ye yolladı. Bir süre sonra Efkari´den gelen mektupta önerilen Yanari mahlasını kullandı. Ancak sonraki yıllarda rüyasında gördüğü siyah cüppeli 2 adamın getirdiği bir mektuptan sonra Meraki mahlasını aldı. Özellikle Kuzeydoğu Anadolu aşıkları olmak üzere birçok aşıkla karşılaştı ve dostluk kurdu. Şiirlerinde hemen her konuyu işleyen Meraki´nin birçok eseri değişik gazete ve dergilerde yeraldı. Zaman zaman bazı okullardaki edebiyat derslerine de katılıp şiire ilişkin söyleşilerde bulundu. Meraki, şiirlerinin bir bölümünü "Her Telden Bir Ses" (1963), "Kalpten Kaleme" (1966) ve "Gönülaçar" (1988) adlı kitaplarda topladı.

Ararım 
Ararım aşığı gözlerim yaşlı 
Aşık terkeder mi meslektaşını 
Vücudu sıhhatin acep ne halde 
Sildin mi gözünden kanlı yaşını 

Gelip geçenlere sorarım seni 
İrşat et gönlümü ağlatma beni 
Artırır efkarım yaradan gani 
Kurtardın mı bilmem gamdan başını 

Meraki dostunuz ah u zardadır 
Yetiş imdadına gönül dardadır 
Ta ezelden beri meylim yardadır 
Bilirim tatmışsın aşkın aşını 


Aşık Nurşani 

2 Şubat 1959´da İslahiye´nin Keferdiz (şimdiki adı Sakçagözü) köyünde doğdu. Asıl adı Ali Ayhan´dır. Köyüne gelip giden aşıklardan etkilenerek 10 yaşlarında bağlama çalmaya başladı. Ayrıca bağlama öğrenmesinde babasının da etkisi ve yardımı oldu.

1972-73 yıllarından itibaren şiir yazmaya da başlayan Aşık Nurşani, daha sonra Aşık Mahzuni ve başka birçok aşıkla birlikte çeşitli turnelere katıldı. İlk plağını aynı yıllarda doldurdu.

Aslında mahlas olarak kendisine verilen Hürşani, yanlışlıkla ilk plağına Nurşani olarak yazıldı ve öyle de kaldı.

1979 yılında yine Aşık Mahzuni´yle birlikte konser vermek üzere gittiği Almanya´ya yerleşti.

Şiirlerinde toplumsal sorunlardan sevgiye hemen her türlü konuyu işleyen Aşık Nurşani, ayrıca Barak ağzı türkülerden deyişlere dek her türküyü yorumlayan sanatçılardan biri olarak bilinir.

Bugüne dek yaklaşık 500 şiir yazdı. Bunların 120 kadarını besteleyen Aşık Nurşani´nin türküleri çeşitli sanatçılar tarafından da okunmaktadır.

Bugüne dek çeşitli biçimlerde yaklaşık 25 kadar kaseti çıkan Aşık Nurşani´nin şiirlerinin bir bölümünü topladığı yayına hazır bir kitap çalışması bulunmaktadır


Aşık Reyhani 

1932 yılında Hasankale´nin Alvar köyünde doğdu. Asıl adı Yaşar Yılmaz´dır. İran´dan göçen babası önce Kars´a daha sonra Erzurum´a yerleşti. Aşık Reyhani´nin çocukluğu köyünde geçti. Zaman zaman komşu köylere gitme olanağı bulduysa da daha başka yerlere gidemedi. Okuma yazmayı okula gitmeden öğrendi. Sonraki yıllarda ise dışarıdan sınava girerek diploma aldı.

Küçük yaşlarda köyüne gelen aşıklardan etkilendi. Hem aşıklardan dinleyerek hem de eline geçen kitapları okuyarak birçok halk hikayesini öğrendi. Kendi aşıklığı ve şiir yazmaya başlaması 18 yaşından sonradır.

Reyhani, rüyasında gördü bir kıza aşık oldu. Kısa bir süre sonra da kızı kaçırdı. Birkaç ay geçmeden evliliği geçimsizliğe ve huzursuzluğa dönüştü. Bunun üzerine karısının ailesi kızlarını alarak başka biriyle evlendirdiler. Aşık Reyhani, bu dönemden sonra Dertli mahlasıyla şiirler yazmaya, türkü söylemeye başladı. Ancak bu mahlası uzun süre kullanmadan, Bayburtlu Aşık Hicrani tarafından Reyhani mahlası verildi.

Konya Aşıklar Bayramına aralıksız katılan 7 aşıktan biridir. Eski aşıkların dışında, yetiştiği Huzuri Baba, Nihani, Cevlani, Efkari, Murat Çobanoğlu´nun babası Gülistan Çobanoğlu gibi aşıklardan gelenek ve usul öğrendi.

İran´dan Avrupa´ya birçok ülkede türkü söyleyen Aşık Reyhani, katıldığı yarışmalarda da birçoğu birincilik olmak üzere çeşitli ödüller aldı. 1980´li yılların başında Erzurum´da bulunan Doğu Ozanları Derneğinin başkanlığına getirildi.

Aşık Reyhani birçok ülkeye konser ve konferanslara katılmak üzere çağrıldı. Ayrıca ABD´nin Michigan Üniversitesinde katıldığı bir konferanstan sonra kendisine fahri öğretmenlik unvanı verildi.

Şiirleri birçok gazete, dergi ve araştırmada yaralan ve çeşitli radyo ve televizyon programlarına katılan Aşık Reyhani´nin, şiirlerinin bir bölümünü topladığı "Alvarlı Reyhani" (1962), "Böyle Bağlar" (1966), "Kervan" (1988) ve bazı düşünce ve şiirlerinden oluşan "Şu Tepenin Arkasında" adlı kitapları Dilaver Düzgün tarafından hazırlanan "Aşık Yaşar Reyhani", (1997) adlı kitap bulunmaktadır.


Aşık Sadıki 

1892-1948. Artvin´in Aşağı Hod (yeni adı Aşağı Maden) köyünde doğdu. Asıl adı Ahmet´tir. Yörede Kürdoğlu Molla Ahmet olarak da bilenen aşık doğuştan görme engelliydi. Ancak duyduklarını belleğine yerleştirmesi sayesinde hem usta malı türküleri hem de kendi türkülerini söyledi. Günümüze aktarılabilmiş fazla şiiri bulunmayan Aşık Sadıki´nin, akranı Sefil Heyrani ile deyişmelerde bulunduğu bilinmesine karşın bunlar kaynaklara aktarılmamıştır. Yaşamı yoksulluk içinde geçen Aşık Sadıki bir kaza sonucu öldü ve köyünde toprağa verildi.

Düşer 
Bir güzel girende on beş yaşına 
Ağ göğsün üstüne cimcime düşer 
Açılır veçhinde gülü nergisi 
Al yanak üstüne simsime düşer 

Bu benim bahtımı zay eyleseler 
Akan gözyaşlarım çay eyleseler 
Bugün güzelleri pay eyleseler 
Bari bir anlasak kim kime düşer 

Bu benim çektiğim ah u zar ise 
Yüreğimde yanan aşkın nar ise 
Der Sadıki nerde güzel var ise 
Ya burunsuz ya da hımhıma düşer



Aşık Sülük Hüseyin 

19. yüzyılın güçlü ozanlarından olan Aşık Sülük Hüseyin´in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, 1838 kıtlığına söylediği bir destan, onun 1815-1820 yıllarında doğmuş olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Elli dört senesi bahar ayları 
Hep kurudu dereleri çayları 
Açlık sardı şehir ile köyleri
Aman Allah ne olacak halimiz.

Aşık Sülük Hüseyin´in doğum tarihi gibi ölüm tarihi de bütün araştırmalarımıza rağmen şimdilik bilinmezliğini korumaktadır.

Etem Paşa orduların başında
Erzel Paşa gezer düşman peşinde
Gündüz hayalimde gece düşümde

Yatın dağlar geçeceğim ardına 
Evelallah güveniyom orduma.

Tarihçi Yılmaz Öztuna´nın bildirdiğine göre, Müşir Edhem Paşa komutasındaki orduda görev yapan Kırım ve 93 Harblerine katılan ve Aşığın dizelerinde adı geçen Erzel Paşa, 18 Nisan 1897 Türk Yunan savaşında şehit düşmüştür. Bu savaşa bir destan söyleyen, dolayısıyla 1897´de hayatta olan Aşık Hüseyin´in 1900´lerin başında, tahminen 85 yaşlarında vefat ettiğini söyleyebiliriz.

Turnam giderseniz bizim yaylaya 
Bir aşık Urumda yasta di n´olur 
Engizekte yerişirsen obaya 
Sıtmaya tutuldu hasta di n´olur.

Yukarıdaki dörtlüğünde ve muhtelif şiirlerinde de dile getirdiği gibi, kışın Anadolu´da, yazın Toroslardaki yaylalarda yaşayan, doğum yeri ise kesin olarak bilinmeyen ozanın son ikamet ettiği yer; Kırşehir, Mucur, Küçük Kavak köyü, Cilt. 37, Hane 22, numarada Bozbıyıkoğlu Hüseyin olarak, Mucur Nüfus Müdürlüğünde kayıtlıdır. Yine aynı nüfus kayıtlarında hanımının adı Ümüş olan Aşık, bir şiiriyle de bunu doğrulamaktadır:

Hüseyin´im nettik Kadir Mevlaya
Bizi hasret koydu bağa harmana
Kaderimiz buymuş Ümüş ağlama
Baharımız kara geldi bu sene.

Bozbıyıkoğulları namıyla anıldıklarını bir şiirinin son dörtlüğünde Aşık Sülük Hüseyin şöyle dile getirmektedir:

Devran dönsün poyrazınan eseyim
Ferman padişahın kime küseyim
Yurt tuttu Acıöz´ü Sülük Hüseyin
Dedem Bozbıyık Türkmen değil mi?

Bu dizelerden de belirtildiği gibi, nüfus kayıtlarında Bozbıyıkoğul1arı namıyla anılan ozan, o bölge halkı tarafından Aşık Sülükoğulları veya Aşık Sülükler olarak bilinmektedir.

Mezarımı yol üstüne kazsınlar
Baş taşıma Aşık Sülük yazsınlar
Gelen geçen öldüğümü duysunlar
Gelin dostlar helallaşmak günümdür.

diyen Aşık Sülük Hüseyin, bu dörtlüğüyle de o yörede kendilerine Aşık Sülükler denildiğini kanıtlamaktadır.

Zorladılar yesir gittik Uruma
İskan olduk Acı suyun kıyına
Alışmadık ivezine şoruna
Sinekte sıtmada yatılmaz oldu.

Dörtlüğünde belirttiği üzere, Aşık Hüseyin ve ailesi de diğer Türkmen aşiretleri gibi devlet tarafından zor kullanılarak Toroslar dan Orta Anadolu´ya iskan edilmişlerdir. Bir Türkmen aileye mensup olan ozanın, ilk önce Mucur´a bağlı Aydoğmuş ile Karacalı köyleri arasında kalan Sülüklü Bel denilen bir yerde oturduğunu, fakat Kırıklı köyünden veli adlı bir eşkıyanın zoruyla, yakınlardaki Aflak (Altınyazı) köyüne göç ettiklerini ozanın kendisinden dinleyelim:

Bizim meskenimiz Sülüklü Beli 
Eser sam yelleri soldurur gülü 
Bize kan kusturdu Kırıklı Veli 
Isıtmalı sıracalı maççalı.

Hüseyin´im gene kalktı göçümüz 
Gurbet elde kaldı Haçça bacımız 
Başa bela haramzede ***iniz 
Isıtmalı sıracalı maççalı.

Yukarıda da belirtildiği gibi. Aşık Sülük Hüseyin´in iskan olayından sonra, bir zamanlar Mucur´a bağlı Aflak (Altınyazı) köyünde oturduğu, yakın zamana kadar evlerinin yerinin dahi belli 61duğu söylenmektedir. Yine o köydeki bir ine (mağara) Aşık Sülük Hüseyin´in ini dendiğini, otuz yıl önce o bölgede imamlık yaptığım dönemler, ahbabım ve büyüğüm Hacı Sadık´tan ve o köyde yaşayan diğer yaşlı insanlardan defalarca dinlemişimdir. Aflaklı Hacı Sadık´tan, Aşık Sülük Hüseyin´in birkaç şiirini dinlemiş olmama rağmen, bu şiirleri bir tarafa not etmediğim için şu anda belleğimde hiçbirisi kalmamıştır . Yine ozanın şu mısraları bu köyde oturduğunun bir ka nıtı olsa gerektir:

Bunca emeğimiz boşuna zayil 
Kader böyle imiş Allah´a kayil 
Dayırn Necip ile emmim İsmayil 
Arzı mekan etti Aflak´ta kaldı.

Aşık Hüseyin´in Aflak köyünden göç etme nedenlerini şimdilik bilemiyoruz. Bir müddet sonra Aflak´tan göç eden Ozan, Mucur, Küçük Kavak köyüne bağlı Çömelek, Cavlak (Yeniköy) üçgenindeki Acısu´yun kenarına gelip yerleşmiştir. Ozan´ın şu şiiri bu göç olayını bize şöyle açıklamaktadır:

Acısu´dur obamızın otağı
Eksilmez yoğurdu balı kaymağı
Ulu yoldur şekerkuyu sapağı 
Eğlenip orada kalın turnalar.

Aşık Sülük Hüseyin´in, kapısında birkaç sürüsü yayılan ve geniş arazilere sahip, varlıklı hanesi ve sofrası açık cömert bir kimse olduğunu araştırmalarımız sırasında o bölge halkından öğrenmiş bulunuyoruz. Aşağıda bir dörtlüğünü verdiğimiz vasiyet adlı şiiri de halkın anlattığı bu bilgileri doğrulamaktadır.

Taş Konağın kapısını örtmeyin
Uluyol´ un ırızgını kesmeyin
Emmiye dayıya kirtip küsmeyin
Gelin dostlar helallaşmak günümdür.

Aşık Hüseyin tarafından söylenen şu dizeler de onun medrese görmüş, okumuş bilgili bir kimse olduğunu kanıtlamaktadır:

Biz de gittik bir zamanlar hocaya
Aşinayız elif ile heceye
Seni ısmarladım Gani yüceye
Huzuru mahşerde dilin lal olsun.

Diğer yandan, Aşık Hüseyin´in Mehmet, Süleyman ve Osman adlı üç oğlu ile Hatice adlı bir kızı olduğu Mucur nüfus kayıtlarında yazılıdır.

Halk arasında (kel kız Haçça) olarak bilinen Aşığın kızı Hatice (1859-1931) o yörede cömertliğiyle ve hayırseverliğiyle tanınmaktadır. Acıöz´deki evlerinin önünde geçen Uluyol´un kenarına babası tarafından kazılan su kuyusunun başına yolcuların yemesi içmesi için her gün helkelerle yoğurt ve ayran çıkartan bu kadın, babasının başlattığı geleneği ölünceye kadar devam ettirmiştir


Aşık Şamili 

1810-1865. Artvin’in Yukarı Hod (şimdiki adı Yukarı Maden) köyünde doğdu. Asıl adı Şamil’dir. Yaşamına ilişkin birbirinden değişik veriler bulunmaktadır. Zaten yukarıda geçen tarih de tam bir kesinlik içermemektedir. Bazı kaynaklarda ise 1839-1861 yılları arasında yaşadığı verilmektedir. Ancak affedilmesi için zamanın padişahı Abdülmecit’e yazdığı şiirlerden ve bu şiirlerde geçen tarihlere göre 1835 yılından sonra Erzurum hapishanesinde yattığı anlaşılmaktadır. Şamili’nin padişah Abdülmecit’e, suçsuz yere hapsedildiğinden dolayı affedilme isteğiyle yazdığı arzuhaller amacına ulaştı ve bir süre sonra bırakıldı. Bazı araştırmalarda dönemin ünlü aşıklarından Yusufelili Aşık Muhibbi’nin hem arkadaşı hem çırağı olduğu, sesinin güzelliği ve bağlama çalmadaki yeteneğinden dolayı uzun yıllar Aşık Muhibbi tarafından desteklendiği yeralır. Bazı kaynaklarda ise Muhibbi’nin (1823-1868 ya da 69) daha genç olduğu ve Şamili’den daha sonra öldüğü verilmektedir. Bu anlamda usta-çırak ilişkisinden çok arkadaşlık akranlık, belki de tersi bir durum daha uygun bir tanımlama olabilir. Kaldı ki aşıklık geleneğinde kendisinden yaşça küçük birinin yanında çıraklık yapan aşık örneği bilinmemektedir. Aşık Muhibbi’yle uzun yıllar süren arkadaşlığı sırasında birçok yolculukları oldu. Bunların en ünlüsü vapurla İstanbul’a gitmeleri ve orada karşılaştıkları olaylardır. Erzurum’da aşıklar arasında yapılan bir atışmada (tahmini 1860-65 yıllarında) çok ilgi gören Şamili’nin kahvesine başka bir aşık tarafından zehir konmuştur. Şamili köyüne (Yukarı Hod, şimdiki adı Yukarı Maden) dönerken yolda fenalaşmış, zehirlendiğini anlayınca son türküsünü söylemiş. Zaten köyüne varamadan da ölmüştür. Mezarı Yusufeli’nin İşhan (şimdiki adı Dağyolu) köyündedir. Aşık Şamili’nin 18 koşma, 2 destan ve 1 divanı saptanabilmiştir. 

Gönül 
Dalma gönül gam gölüne 
Korkem serden aşa gönül 
Uyma yalancı dünyaya 
Çıkamazsın başa gönül 

Nice çekem bu zulümü 
Kime arzedem halimi 
Kem yerde kırdın belimi 
Çaldın beni taşa gönül 

Şamil der bahtımız kara 
Bulunmaz derdime çare 
Dayanmadın sitemlere 
Tez kırıldın şişe gönül


Aşık Veysel ŞATIROĞLU 

Can bedenden ayrılacak Tütmez baca, yanmaz ocak
Selam olsun kucak kucak Dostlar beni hatırlasın...


Aşık Veysel, hayatini anlattığı bir şiirinde "Ücyüz-onda gelmiş idim cihana" diyor. Yıl 1894 oluyor hesapça. Sivas´a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde dünyaya gelmiş. Anasi Gulizar, bir yaz günü koy dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya gittiğinde; oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel´i. Göbeğini de kendi eliyle kesmiş. Yaman kadınmış Gülizar ana. Bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüş. Babası Ahmet; bebenin adini Veysel koymuş. Yıllar geçmiş aradan büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk. Böylece yedi yaşına varmış. O yıl bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas´ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünde, cicegin beyi çıkmış kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş, önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş, bu gözüyle. Babasına "Çocuğu Akdağmadeni´ne ***ür, orada bu gözünü açacak bir doktor var." demişler. Sevinmiş Ahmet emmi. Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel´in. Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın donuverince; yakında bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece. Veysel´in Ali adında bir ağabeysi ve Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler Veysel´in kotu kaderine. 
Babası meraklı adammış. Halk ozanlarından şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas´ın köyleri saz sairleriyle dolu. Onlar da ara sıra gelip Ahmet emminin evine uğrarlarmış. Veysel ilgiyle dinlermiş calip söylediklerini. Babası, oğlunun ilgisini görünce; bir saz alıp vermiş ona. İlk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamşıh´lı Ali Ağa´dan almış. Ve gitgide, kendini iyice saza vermiş Veysel. Unlu Halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman. Yirmibes yasındayken (1919) anası, babası Veysel´i Esma adında bir kızla evermişler ve kısa sure sonra ikisi de göçüp gitmiş bu dünyadan (1921). Acı üstüne acı gelmiş, ama bitmemiş talihin kotu oyunu. İkinci çocuğu on günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardından da karisi yanaşmalarıyla evden kaçmış. Bu olay çok koymuş Veysel´e. Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karisi koyup gittiğinde bir kızı varmış Veysel´in. Daha bir yasini bile bitirmemiş. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış. Bu sıralar Veysel´i yeniden evermişler. Bu karisi çocuk vermiş Aşığa. Biri olmuş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ. Onlar da 18 torun vermiş Veysel´e. 

Aşık Veysel, Cumhuriyetin Onuncu yıl dönümüne rastlayan 1933 yılına kadar, başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda sairlerimizden rahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel´i. Onun ışık tutuculuğuyla Veysel´in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel; şairliğinin gelişmesinde Tecer´in büyük yardımlarını gördüğünü söylerdi her zaman. Veysel´in gün ışığına çıkan ilk şiiri Gazi Mustafa Kemal Pasa için söylediği: "Türkiye´nin ihyası Hazreti Gazi" mısrasıyla başlayan şiirdir. Bundan sonra bütün yazdıklarını calip söyler olmuştu. 1933 yılına kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde; bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle kasabalarını, köylerini yakından tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karacaoglan´i, Yunus´u, Emrah´i, Dertli´yi severdi. Çağımızın ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer´in ayrı bir yeri vardı Veysel´de. Onun aracılığıyla Koy Enstitülerinde bir sure saz öğretmenliği de yapmıştı Veysel. Sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Cifteler, Kastamonu, Yildizeli, Akpınar Koy Enstitülerinde bulunmuştu. 1952 yılında İstanbul´da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel´e 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, "Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylık bağlamıştı. 

Veysel´in bir başka özelliği daha vardı; köyünde ve çevresinde ondan önce bir tek meyve ağacı olmadığı halde, Sivrialan´da ilk meyve bahçesini o yetiştirmişti. Hem öyle bir bahçe ki, içinde elmadan kayısıya, kirazdan cevize kadar turlu turlu meyve ve çiçek vardı. Veysel, kardeşlerinin yardımıyla bu bahçeyi yapmaya başladığı zaman köylüleri "Atalarımız bunca yıl böyle bir is yapmamışlar, su kor adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?" demişler. Birkaç yıl sonra ağaçlar yetişmiş, meyve vermiş. Köylüler önceki dediklerini hatırlayıp utanmışlar ve bu defa "O kor değilmiş, meğer kor olan bizmişiz diyerek Aşık Veysel´i kutlamışlar. iste böylesine uzağı gören bir insandı o... Yetmiş yıl karanlık bir dünyada yaşadı (ölümü 21 Mart 1973). Fakat karanlık gözlerindeydi yalnız, içi apaydınlıktı, şiirleri de öyle... Halk şiirimizin bu güçlü ozanı yarim yüzyılı aşkın bir sure yazdıklarıyla, calip söyledikleriyle çevresine ışıklar saçtı. Sanırım simdi de mezarında son uykusunu ışıklar içinde uyuyordur. Yalnız çağımızda yasayanlar değil, bizden çok sonra yasayacaklar da "Dostlar Beni Hatırlasın" şiirini unutmayacaklar ve her zaman rahmetle anacaklardır.



Çekiç Ali 

Kırşehir yöresi türkü ve bozlaklarının isim yapmış usta icracılarından biridir Çekiç Ali...Hemen hemen tüm plak ve kasetlerinde "Kırşehir´li Çekiç Ali namıyla anılan sanatçımız, aslen Kaman´ın Meşe köyünden ve asıl soyadı da Ersan´dır. 1932 yılında doğan Çekiç Ali´ye, "çekiç" lakabı; çevikliği ve ataklığının yanı sıra, saz çalışındaki canlılık, dinamizm ve aciliteden dolayı verilmiş. Henüz çocuk yaşlarında iken köy odalarında saz çalmaya başlayan sanatçıya büyükleri tarafından takılan bu lakap o kadar yaygınlaşmış ki, asıl adı olan Ali´nin önüne geçerek, adeta asıl ismi olmuş.


O yıllarda İstanbul´da faaliyet gösteren bir plak şirketi, Çekiç Ali´ye ait bir plağı izinsiz basıp çoğaltarak piyasaya sürer. Çekiç Ali´nin haklı itirazına ise, tam bir "şark kurnazlığı" üslubu ile "senin adın Çekiç Ali değil ki, sen Ali Ersan´sın" diyerek güya kendince sahtekarlığına bir kılıf uydururur. Bunun üzerine Ali Ersan da, halk arasında maruf ve meşhur olan Çekiç Ali ismini hukuki yolla resmileştirerek Çekiç soyadını alır ve yeni adı "Ali Çekiç" olur. Evet, Kaman´ın Meşe köyünden Ali Ersan´ın "Kırşehirli Çekiç Ali" olmasının kısa hikayesi böyle...

Tabi hikayenin özü, "Kırşehirli Çekiç Ali´yi Kırşehir türkü ve bozlaklarının usta sanatçısı" haline getiren o uzun, çileli ve yorucu hayatın ayrınıtılarında gizli. Şöyle yürek sızlatan bir saza sahip olmanın henüz hayal olduğu günlerde "tokaç" ı saz yaparak kendince türküler çalıp söylemeye başladığı yıllardan itibaren bu hayat gerçekten o kadar yorucu ve sıkıntılarla doludur ki, Çekiç Ali´nin o hassas ve ince kalbi bütün bunlara öyle çok uzun bir süre dayanamayacak ve henüz otuz beş yaşında ilk ciddi uyarışını yapacaktır.

Hacı Taşan´dan dört yıl sonra, Neşet Ertaş´tan ise dört yıl önce dünyaya gelen Çekiç Ali, 1973 yılının yazında Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi´nde kalbinden ameliyat olur ve bu ameliyattan iki yıl sonra geçirdiği beyin felci onu aramızdan ayırır. Bir sanatçı için henüz olgunluk döneminin başları sayılabilecek kırk bir yaşında 13 Eylül 1973´de hayata gözlerini yuman Çekiç Ali, kıvrak, atak sazı; içli ve yanık sesi ile söylediği türkülerle elbette gönlümüzde yaşamaya devam edecektir. Bu kadar kısa bir hayata bunca türküyü, bozlağı sığdırmak bir tarafa, ancak ayda yılda bir, bir kaç türküsünün yayınlandığı devlet radyosu ve belli sayıda basılmış 45´likler dışında hiç bir imkanın olmadığı yıllarda "meşhur ve usta sanatçı Çekiç Ali" olarak isim yapmak pek de kolay olmasa gerek.

Çekiç Ali, bu seriden daha önce yayınlanan Muharrem Ertaş ve Hacı Taşan ustaların albüm metinlerinde de söylediğimiz gibi, ekmeğini yöre düğünlerinde saz çalıp türkü söyleyerek kazanan abdal aşiretine mensup bir sanatçı olarak, Orta Anadolu abdal müziği geleneğinin önemli halkalarından birini teşkil eder. Bu, Muharrem Ertaş Okulu´nun Hacı Taşan´la birlikte en yetkin temsilcisi sıfatıyla Çekiç Ali´ye haklı bir ün kazandırır.

Gerçi Çekiç Ali´nin, bir Hacı Taşan gibi Muharrem Usta´nın dizinin dibine oturarak birlikte bozlaklar, türküler meşk etmişliği, birlikte düğün dernek kurmuşluğu yok ama, 1980´li yıllara kadar, "yaşayan en büyük Abdal"sıfatıyla Muharrem Usta´nın manen tesirinde kalmamış, onun çalıp söylediğinden etkilenmemiş aşiret mensubu sanatçı bulmak hemen hemen imkansız. Ayrıca bir akrabalık da söz konusu ve Muharrem Ertaş, Çekiç Ali´nin eşi Fatma Hanımın dayısı. Muharrem Ertaş, "ustaların ustası" diyebileceğimiz Yusuf Usta ve dayısı Bulduk Usta´dan tevarüs ettiği geleneğin o kadar güçlü bir temsilcisidir ki gah bir silah gibi patlayan, gah bir gök gürlemesi gibi uğuldayan o parlak ve tiz sesini dinleyip de etkisinde kalmamak elbette mümkün değil

Çekiç Ali de, her gerçek sanatçıda gördüğümüz gibi, bu etkiyi kendi iç dünyasında yoğurarak kişisel zevk ve üslup süzgecinden geçirmiş ve ustasını taklit etmeyen, ama ondan aldığı ilhamla yeni bir zevk ve güzellik peşinde olan bir sanatçı portresi ortaya koymuştur. Bu portre oldukça başarılı ve pek çok yönden de orijinal bir sentezdir aynı zamanda.

Çekiç Ali´nin sanatının, başta Muharrem Usta olmak üzere, Hacı Taşan ve Neşet Ertaş´la olan benzerlik ve farklılıklarının neler olduğuna da kısaca değinmekte fayda var. Zira uzaktan ve genel bir bakışla birbirlerine çok benzer gibi görünen bu sanatçıların bu sanatçıların birbirleriyle olan benzerlikleri ve farklılıkları aslında oldukça önemli ve/ fakat uzun bir bahistir. Önemlidir; çünkü bizde müzik, özellikle halk müziği alanında, bu anlamda bir üslup tahlili bugüne kadar yapılmadığı için, farklılıklar, nüanslar ve incelikler üzerine kurulu bir sanat olan müziği gerçek boyutları ile kavramakta zorlanıyoruz.

Muharrem Ertaş, Hacı Taşan ve Neşet Ertaş´ta ayrı ayrı karşımıza çıkan bazı özellliklerin belli ölçülerde Çekiç Ali´de bir arada bulunduğunu görüyoruz. Onda bir Muharrem Ustadaki heybeti, Hacı Taşan´daki sanatsal derinliği ve Neşet Ertaş´daki yaratıcı yeteneği bekli bulamayabiliriz, fakat Çekiç Ali´yi farklı ve kendine has kılan özelliklerine baktığımızda şunları görürüz : Onun sesi, kelimenin tam anlamıyla lirik, duygulu ve yanık bir sestir. Çok yumuşak bir gırtlağı vardır ve yöre müzisyenlerinin hepsinde karşımıza çıkan ses çarpmaları, orijinal gırtlak nağmeleri, titretme ve triller, kelimenin telaffuz ve vurgularındaki hususilik Çekiç Ali´de en rafine şekliyle karşımız çıkar.

Fakat onun asıl orijinal yönü, saz çalma teknik ve üslubunda kendini gösterir. Çekiç Ali´nin sazından bazan uda, bazan cümbüşe benzer sesler duyarız ve teller üzerindeki parmakların ve tezenenin kelebekler gibi uçuştuğunu hissederiz. Çekiç Ali´nin 1960´lı yıllarda, Bayram Aracı ile birlikte son derece seri ve hızlı bağlama çalmayı yaygınlaştıran sanatçılardan biri olduğunu da söyleyelim. Bu tavır ve edanın özellikle oğlu Aydın Çekiç´te devam ettiğini görüyoruz. Aydın Çekiç, sesi ve bağlaması ile Kırşehir yöresi türkü ve havalarının günümüzdeki başarılı icracılarından biri olarak sanatını sürdürmektedir.

Çekiç Ali de, ustası Muharrem Ertaş, arkadaşı merhum Hacı Taşan ve üstad Neşet Ertaş gibi çok küçük yaşlarda yöre düğünlerine "çalgıcı" olarak giderek meslekte kendini yetiştirmiştir. Neşet Ertaş, babası olmadan tek başına düğün çalmaya ilk olarak Çekiç Ali´nin yanında gittiğini söylüyor. Yöresel tabirle düğünlerde "çalgıcılık" yapmanın; çalıp çığırmak dışında ellerinden fazla bir iş gelmeyen bu insanlar için yegane meslek, meşguliyet ve aynı zamanda da iyi bir rızık kapısı olduğunu söyleyelim.

Düğün çalmanın dışında, yöre folklorik oyunları ve müzikleriyle de ilgilenen Çekiç Ali´nin 1969 yılında İstanbul´da düzenlenen ulusal bir yarışmada ekibine kazandırdığı bir de birincilik var. Özel bir bankanın düzenlediği 9.Halk Oyunları Festivali´ne katılan Kırşehir halk oyunları ekibinin başında elinde sazı ile Çekiç Ali vardır ve birinciliği Kırşehir ekibi kazanır. Bu başarıda şüphesiz Kırşehir halay ve oyunlarının güzelliği yanında, bu halay ve oyunları ustaca çalan ve türkülerini başarıyla icra eden Çekiç Ali´nin bireysel katkısını gözardı etmemek gerek.

Çekiç Ali, mektep medrese görmemiş, doğuştan getirdiği Allah vergisi sanatçılık yateneğini uygun şartlarda ve ortamlarda geliştirerek kendi kendini yetiştirmiş "alaylı sanatçılar" kuşağına mensup bir sanatçıdır. Bu geleneğin diğer ustaları gibi o da içinde doğup büyüdüğü toplumu ve bu toplumun neşesini, hüznünü, ağıdını, oyununu, eğlencesini dile getirmiştir. Bunu da sanat yapmak için değil, çalıp okumayı tabii bir hayat tarzı olarak benimsediği için yapmıştır. Tabiilik (doğallık) ve kendiliğindenlik (spontane), Çekiç Ali´nin üslubunun en belirgin ik özelliği sayılabilir.

Çekiç Ali´nin hem sesinde, hem sazında öylesine kendine has bir renkle karşılaşırız ki, bu daha ilk müzik cümlesinde kendini hemen belli eder. Başta Muharrem Usta olmak üzere Hacı Taşan´ın, Neşet Ertaş´ın da okuduğu bazı türküleri ve havaları (Biter Kırşehir´in Gülleri Biter, Acem Kızı vb.) tamamen kendine has bir tavırla yorumlayarak, adeta okuduğu her eserin altına kolay kolay silinemeyecek güçlü bir imza atar.

Sazını sesine, sesini de sazına öylesine yakınlaştırır ki, sazla sesin birlikteliği ve iç içeliği oldukça etkileyici bir müzik dili ortaya çıkarır. Söyler gibi çalan, çalar gibi söyleyen bir üslup...Çekiç Ali bağlamayı Muharrem Ertaş ve Hacı Taşan´dan biraz farklı bir stilde ve karar sesini klavyedeki ikinci oktav "re perdesi" ne taşıyarak çalar. Muharrem Ertaş´ın sürekli, Hacı Taşan´ın ise zaman zaman yaptığı boş alt teli (la perdesi) karar sesi kabul eden icra şekli yerine " re üzeri" icrayı tercih etmiştir. Neşet Ertaş´ın da -daha çok Bayram Aracı´dan hareketle- bu tarzı benimsemesi ile, "bozuk düzen bağlama" da (la-re-sol) "re üzeri" icra büyük bir yaygınlık kazanır. Yöre tavrının icrasına ve acilite göstermeye daha uygun gelebilecek bu tarz, aslında sanatçıya sunduğu ses alanı itibariyle öbürüne göre daha sınırılı imkanlara sahip olmasına rağmen, bugün yöre sanatçılarının bu tarz icrayı benimsemiş durumdalar.

Çekiç Ali´nin repertuvarının önemli ölçüde anonim türkü ve ağıtlardan oluştuğunu görüyoruz. Sözleri kendisine ait hemen hemen hiçbir türküsü olmadığı gibi, kendisinin "havalandırdığı/ müziklendirdiği" bir eseri de yoktur bilindiği kadarı ile. Bu tesbitin Muharrem Ertaş ve Hacı Taşan için de geçerli olduğunu söyleyelim. Aslında Neşet Ertaş bu alanda da bir çığır açarak klasik türkü ve bozlak formunda sayısız eserin söz ve müziklerine imza atmış bir sanatçıdır.

Çekiç Ali´nin okuduğu türkülerin bazıları (Acem Kızı, Aziziye gibi) yöre müzik kültürünün ağırlıklı karakteristik ezgileri olmakla beraber, çoğu da oyun türküleri ve oyun havalarından oluşmakta. Ağıtlar ise, yörede yaşanmış acılı, trajik olaylar üzerine söylenmiş anonim söz ve ezgilerin yanı sıra, en çok da Toklumenli Aşık Said´in (1835-1910) ve Aşık Said´in oğlu Aşık Seyfullah´ın (1896-1968) şiirleri üzerine söylenmiş ağıt / bozlaklardan ibaret. Kızılırmak, Doğar Yaz Ayları, Sarı Yazma Yakışmaz mı Güzele vb. bozlaklar bunlardan bazıları.
Muharrem Ertaş Okulu´nun üç önemli isimlerinden biri olan rahmetli Çekiç Ali´yi de böylesine derli toplu bir şekilde ilk defa müzik kamuoyuna takdim eden elinizdeki bu albüm ile, elbette başta büyük usta Muharrem Ertaş olmak üzere, "bozlak" geleneğinin çağımızdaki üç büyük ustasını ( Hacı Taşan, Çekiç Ali ve Neşet Ertaş) tüm Türk ve dünya müzikoloji ve etnomüzikoloji çevrelerine tanıtmış bulunuyoruz. Yalnız bir noktayı önemle vurgulamak isterim: Geleneksel kapalı toplum yapılarını mümkün olduğunca korumaya çalışarak herkesle dost ve kardeşce yaşamayı sürdüren ülkemizin çeşitli yörelerindeki abdal aşiretleri, müzik itibariyle öyle zengin bir potansiyele sahipler ki bu zenginliğin ülke müzik ve kültür birikimine mutlaka dahil edilmesi gerekiyor.

Bu sanatçılar, Orta Asya kökenli ozanlık / bahşılık geleneğinin -Anadolu topraklarındaki tarihi, sosyal ve kültürel ilişkilerin şekillendirdiği yeni tarz ve üsluplarıyla- çağımızdaki en özgün temsilcisidir aynı zamanda.

Bu ekolü günümüzde amatör ya da profesyonel olarak sürdüren o kadar çok sanatçı var ki, isimlerini altalta sıralamak bile sayfalar tutabilir. Tabi bu sanatçılardan yarınlara kimler kalacaktır, şimdiden söylemek mümkün değil. Ancak şu kadarını söyleyelim ; bu öylesine gür ve gümrah bir damar ki, her geçen gün biraz daha gelişip serpilerek Anadolu Türk Müzik Kültürü içindeki ağırlıklı yerini korumaya devam etmektedir. Elbette değişen ve artan dozlarda yozlaşmayı, dejenerasyonu ve başkalaşmayı da bünyesinde taşıyarak.



Dertli 

Gerede yakınındaki Çağa (Reşadiye) nahiyesinin Şahneler köyünde doğmuştur. Asıl adı İbrahim ve mahlası Lütfidir. Geçimini âşık kahvelerinde saz çalıp şiir söyleyerek sağlamıştır. Önce halveti tarikatine girdiği daha sonra bektaşiliğe yöneldiği söylenen Dertli 1846 yılında Ankara’da ölmüştür.

Havalanma telli turnam 

Uçup gitme yele karşı

Zülüflerin tel tel olmuş 

Döküp gitme yele karşı 

Davlumbaza vur turayı 

Dünden avladık burayı

Getir oğlan boz kulayı 

Binem gidem yare karşı

Şahinim var bazlarım var

Ördeğim var kazlarım var

Yare tenha sözlerim var

Diyemem agyâra karşı

Dertli der ki dünya fani

Seni seven n’eyler malı

Yakışmazsa öldür beni 

Yeşil giyin ala karşı



Erzurumlu Emrah 

(XIX-XX. Yy.)
Erzurum’la Pavi arasındaki Tanbura köyünde doğduğu söylenmektedir. Yaşamı hakkında bilinenler halk arasında dolaşan söylentilere ve şiirlere dayanmaktadır. Ölümü hakkında kesin bir tarih yoktur. Fuad Köprülü 1854 tarihi olarak kabul etmektedir.

Sabahtan uğradım ben bir fidana 

Dedim mahrur musun dedi ki yok yok

Ak elleri boğum boğum kınalı 

Dedim mahrur musun dedi ki yok yok 

Dedim inci nedir dedi dişimdir

Dedim kalem nedir dedi kaşımdır 

Dedim on beş nedir dedi yaşımdır

Dedim daha var mı söyledi yok yok

Dedim ölüm vardır dedi aynımda 

Dedim zulüm vardır dedi boynumda 

Dedim ak memeler dedi koynumda

Dedim ver ağzıma söyledi yok yok

Dedim Erzurum ne dedi ilimdir

Dedim gider misin dedi yolumdur

Dedim Emrah nedir dedi kulumdur

Dedim satar mısın söyledi yok yok 

Tutam yâr elinden tutam 

Çıkam dağlara dağlara 

Olam bir yaralı bülbül 

İnem bağlara bağlara 

Birin bilir birin bilmez

Bu dünya kimseye kalmaz

Yâr ismini desem olmaz

Düşer dillere dillere

Emrah eder bu günümdür 

Arşa çıkan tütünümdür

Yâra gidecek günümdür

Düşem yollara yollara


Kaplani (Hasan Kaplan) 

Kaplani, 1958 yılının 2 Nisan´ında Yozgat´ın Sorgun ilçesine bağlı Tulum köyünde dünyaya gelmiş. Asıl adı Hasan Kaplan. Ama daha çok Kaplani mahlasını kullanıyor, bu da soyadından geliyor. Bir söyleşide: "Ağa çocuğu olmadığıma göre, çocukluğum diğer köy çocuklarının yaşamından farklı geçmedi. Ortaokulu nahiye ve kazada, liseyi Samsun ve Ankara´da bitirdim. Lise bitiminde Ankara Meslek Yüksek Okulu´na kayıt yaptırdımsa da devam etme olanağını bulamadım. İki yıl çelik eşya üzerine uğraşan bir atölyede çalıştım. 1979´dan beri bir kamu kuruluşunda çalışmaktayım.´´ 

Kaplani, bu söyleşinin yapıldığı tarihten sonra, Üniversite yaşamına dönerek, Üniversiteyi de bitirdi. Ama en güzeli bu süre içerisinde birçok şiire ve besteye imzasını attı. Bugün kendini kabul ettirmiş birçok sanatçımız tarafından okunan güzel parçaların altında onun imzasını görüyoruz: "Yürüyorum Dikenlerin Üstünde", "Senin Gibi Sahte Dosta inanmam", ´´Ağlayıp Gezerim Yar Senin için", "Alıp Yare ***ürmüyor Yol Beni", ´´Genç Kuşaklara", ´´İleriye Yürüyün Ayaklarım´´, ´´Yüzyıllık çınar´´, ´´Denizin Yarası´´, vb. Bu özet bilgiler de göstermektedir ki, Kaplani, halkın içerisinden çıkmış, kendisini yetiştirmiş birisidir. Onun belki de en büyük ayrıcalığı, halk şiirini sevmiş olması, bu geleneği yaşatacak, ona saygıyla bağlı bir aileden gelmesidir.

Sorgun yöresi, bugünkü genç halk şiirimiz için yeni yetenekleri, yeni adları muştulayan bir yöredir. Örneğin, Öztürk Erkılıç, Gönüllü Coşkun, Durak Şahin, gibi genç isimler de bu yörenin yetiştirdiği, bugün kendilerini belli ölçüde bir yere taşımış halk ozanlarıdır. Kaplani´nin bir özelliği de köyle bağlantısının, yani kültürel anlamda köy ortamından çok erken yaşlarda uzaklaşmış olmasıdır. Ortaöğretimden itibaren başlayan yaşamı sürekli olarak kentlerde geçmiştir. Özellikle de metropol kentlerde sürdürdüğü eğitim ve iş yaşamının ona taşıdığı değerler genel anlamda halk ozanlarının sahip oldukları köylülük değerlerinden onu uzaklaştırmıştır.

Bir parantez açmak gerekecek belki, kentte yaşayıp da, köylülükten kurtulamayan bir yığın insanımızın varlığında böyle bir etkenin altını çizmek neden? Böyle bir etkenin üzerinde duruyor olmamın, özellikle de bir sanatçı kişiliğinde bunu öne çıkarmamın elbette ciddi nedenleri var. Bunların birincisi, Kaplani´nin hem yaşam biçimi hem de ürettikleriyle böyle bir çizginin ayrımını erken fark etmesi, geleneksel değerlere eğilirken bunları edinmiş olduğu sınıfsal bilinçle değerlendirmesidir. Bir başka etken ise, genel olarak hala birçok ´´halk ozanı´´nın yeğlediği cemaat toplantıları gibi, yukarıda altını çizdiğim kültürel ortama dayalı, etkinlikleri yeğlememesidir. Ciddi bir tavır, almadır ondaki bu yaşama anlayışı. Geleneksel toplum değerlerini eleştirmesi, bu toplumsal düzenin olumsuz yanlarını kavrama bakımından önemlidir. Özellikle feodal kültürle örtüşük bu geleneksel değerleri olumsuzlamanın getirdiği tavır alış da, bakış açısının netliği önemli bir işarettir. Ayrıca mesleki anlamda da görülse, kültürel derneklerdeki aktif yöneticiliği ve örgütlü yaşamı savunmada (Halk ozanları kültür Derneği´nin 1977´den beri üyeliğini ve bir dönem sekreterliğini yapması) gösterdiği çabada, onun bu kentsel yaşam içerisindeki aktivitesini ortaya koymaktadır.

Bir sanatçının kitlelerle bağ kurmada izlediği yöntem de bu bakımdan önemlidir. Örneğin, hala tek bir edebiyat sanat dergisinin adını söyleyemeyen "şiir yazıcılarının", ´´halk ozanları´ bolluğunun gerçekliğinde, bu gerçeklikle hiç bir anlamda karşılaştırılmayacak Kaplani gibi birisinin sanat edebiyat dergilerinde ürünlerini yayımlaması, söyleşilerde bulunması da, bu yaşam biçiminin kültürel izlerini algılamak açısından üzerinde durulması gereken önemli unsurlarıdır.

Memur olmanın getirdiği kimi olumsuzlukları da gözden ırak tutmamak gerekiyor. Gündelik yaşam kavgası içerisindeki bir insanın, iğretileşmiş ilişkiler ve sistemin dayattığı edilgenliği de gözden ırak tutmamak gerekiyor. Bu Kaplani ve onun gibi kamu çalışanı sanatçıların büyük bir kesiminde böyledir. Çünkü, sistem biraz da o kurumlaşmanın kendisidir. Edilgenlik ve hayata yansıyan tek düzelik bu ilişkilerin yabana atılamaz bir yanıdır. 

Evli ve üç çocuk babası olan Kaplani, şiir çalışmaları, yanı sıra kaset hazırlıkları ve genç sanatçıların eğitimiyle bu çizgideki yaşamını sürdürmektedir.



Kaygusuz Abdal 

Asıl adı Gaybi´dir. Kaygusuz Abdal´ın hayatı hakkında ki bilgilerin çoğu Bektaşi menkıbelerine dayanır. Bu menkıbelerin en tanınmışı onun Abdal Musa´ya bağlanışını anlatan hikayedir: 

Alaiye (Alanya) beyinin oğlu Gaybi, avlanırken attığı okla bir geyiği koltuğundan vurur. Yaralı geyik kaçar, Gaybi arkasından koşar. Geyik Abdal Musa´nın tekkesine girer, arkasından avcı da girer, dervişlerden geyiği sorar. Dervişler görmediklerini söylerler. Çekişme başlar. Olaya Abdal Musa. karışır ve koltuğu altından kanlı oku çıkararak Gaybi´ye gösterir. Gaybi okunu tanır ve Musa´ya bağlanır. Alanya beyi oğlunu tekkeden kurtarmak ister ama Gaybi, Musa´dan ayrılmaz. Bey, Teke (Antalya) beyine başvurarak oğlunun kurtarılmasını ister. Teke beyinin gönderdiği ordu Musa´ya yenilir, Gaybi tekkede kalır. 

Kırk yıl tekkede Abdal Musa ´ya hizmet ettikten sonra şeyhi tarafından Mısır´a gönderilen Kaygusuz Abdal, orada bir tekke kurar. Bu tekke, İslam dünyasında büyük bir ün kazanır ve hastalarla başı dara düşenlerin sığınağı olur. Kaygusuz Mısır´da ölür. Türbesi, Kahire yakınlarında bulunan bir mağaradadır. 

Hece ve aruzla şiirler söyleyen Kaygusuz´un nesirle yazılmış eserleri de var. Aruzla yazılmış şiirleri divanında toplanmıştır. Hece ile yazdıklarına ise cönklerde ve şiir mecmualarında rastlanıyor. Nesir eserleri: Budala-name, Mağlataname, Cefriyye-i Kaygusuz ve Esrar-ı huruf adlarını taşıyan kitapçıklardır. Cefriyye, gelecekte olup bitecek olayları anlatan bir fal kitabıdır. Öbürleri tasavvufla ilgili konuları işler. 

Şiirlerinin bir çoğunda Kaygusuz takma adını kullanan ozan , bazı şiirlerinde Serayi adını da kullanır. Kaygusuz adını taşıyan başka şairlerin de bulunması, eserlerinden bazılarının başka bir Kaygusuz´un olabileceği kuşkusunu, doğuruyor. 

Kaygusuz Abdal, Bektaşiler arasında büyük saygı ile anılır ve Bektaşi uluları arasına girer. Hemen bütün Bektaşi tekkelerinde bulunan ve Kaygusuz´a ait olduğu kabul edilen bir resimde, bir yılan, bir akrep ve bir arslan, ayakları bine yatarak ona boyun eğmiş görünürmüş. 

XVIIL yüzyıl ressamlarından Levni´nin yaptığı güzel bir Kaygusuz minyatürü vardır. Kaygusuz, bir eserinde 1397-98 yıllarında doğduğunu söylüyor. Eserlerinden de anlaşıldığına göre XV .yüzyılda yaşamış olan şair, Anadolu ve Rumeli´nin birçok yerlerini gezmiş ve iyi bir öğrenim görmüştür. Özellikle hece ile yazdığı şiirlerde ve nesirlerinde güzel bir Türkçe kullanır. 

Kaygusuz´un tasavvufla ilgili şiirleri yanında tekerlemeleri, şathiyeleri (alaylı, iğneli ve simgeli şiirler) de önemli bir yer tutar. Yunus Emre yolunda yürüyen şair, bu tür şiirlerinde ona daha çok yaklaşır. Ölüm yılı bilinmiyor. 


NEFES 

Beylerimiz elvan gülün üstüne
Ağlar gelir şahım Abdal Musa´ya
Urm abdalları postun eğnine
Bağlar gelir şahım Abdal Musa´ya


Urum abdalları gelir dost deyü 
Hırka giyer aba deyü post deyü 
Hastaları gelir derman isteyü
Sağlar gelir bizim Abdal Musa´ya


Hind´den bezirganlar gelir yayınur 
Aşık olan bu meydanda soyunur
Pişer lokmaları açlar duyunur 
Toklar gelür pirim Abdal Musa´ya


İkrarıdır koç yiğidin yuları 
Fakjhleri çeksem gelmez 
İleri Akpınar´ın yeşil güllü suları 
Çağlar gelir pirim Abdal Musa´ya


Meydanında dare durmuş köçekler 
Çalınır koç kurbanlara bıçaklar 
Döğülür kudüm açılır sancaklar 
Erler gelir pirim Abdal Musa´ya


Kılıç sallar Yezidlerin kasdına
Ali Zülflkar´ın almış destine 
Tümen tümen genç Ali´nin üstüne 
Erler gelir şahım Abdal Musa´ya


Her matem ayında kanlar dökülür 
Demine Hü deyü gülbank çekilir 
Uyandırıp Hak çırağı yakılır
Erler gelir şahım Abdal Musa´ya


Benim bir isteğim vardır Kerim´den 
Yezit bilmez erenlerin sırrından 
Kaygusuz´um cüda düştüm pirimden 
Erler gelir şahım Abdal Musa´ya 



Mevlüt Şafak (İhsani) 

Erzurum’un Şenkaya ilçesi Bardız bucağı Çermik köyünde 1928 yılında doğdu. Yedi yaşında bir oyun sırasında gözlerini kaybetmiştir. Evli ve yedi çocuk babasıdır. Geçimini âşıklık geleneğini devam ettirerek sağlayan şafak kendi deyişlerini söylemektedir. Şiirleri çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmaktadır. “Çağlayan Dere” adlı bir kitabı da vardır.

Göz yaşımla mektup yazdım rüzgara 

Yellere sana ne söyledi bilemem

Seni hatırlarım günde yüz kere

Eller sana ne söyledi bilemem 

Lalelerin rengi ayvalaştı mı 

Muhannet dikene gül dolaştı mı

Bülbül menekşeye fısıldaştı mı

Güller sana ne söyledi bilemem

Hayat geçidine taşlar dökülmüş

Gönül pınarına yaşlar dökülmüş

Ah çeke ah çeke saçlar dökülmüş

Yıllar sana ne söyledi bilemem

Her gelen dünyada bir dava yapmış

Ne yapsa insana masiva yapmış

İnsanlar ne saray kuş yuva yapmış

Dallar sana ne söyledi bilemem

Mevlüt ihsanî de yandıkça yandı

Hayatından bıktı candan usandı

Gönül yaylasını gezdi dolandı

Çöller sana ne söyledi bilemem 



Murat Çobanoğlu 

1940 yılında Kars’ta doğdu. İlkokul mezunu olan âşık evli ve dört çocuk babasıdır. Geçimini âşıklık geleneğini sürdürerek temin etmektedir. Saz çalmaya ve şiir söylemeye gördüğü bir rüyada bade içtikten sonra başlamıştır. Ustası, babası Gülistan Çobanoğludur. 1968-1987 yılları arasında çıkardığı yirmiye yakın plak ve kaseti vardır.

İnsan dedikleri duvara benzer

Hele suvakları dökülsünde gör

Gördüğün her güzele aldanma

Saç ağarsın beli bükülsünde gör

Kara toprak insanları yoğurur

Vedası geleni bir bir çağırır

Arkası kuvvetli fazla bağırır

Dostları yanından çekilsin de gör

Demek ki dünyada olur dermanın

Birgün uyanırsın geçmiş zamanın

Bazı insan der ki ben bir aslanım 

Ezrayıl peşine dakılsın da gör

Çobanoğlu kulak versen sözüne

Yazılanlar mutlak gelir yüzüne

Evde bile karı bakmaz yüzüne

Hele sırtın yere yıkılsında gör



Pir Sultan Abdal 

Pîr Sultan Abdal´in yasami üzerine, yazili kaynaklarda pek bilgi yoktur. Dogum ölüm yillari bile bilinmiyor. Yasami üzerine bilgiler, genellikle, kendi siirlerinden, halk söylentilerinden, kusaktan kusaga anlatilagelen menkibelerden, bir de yakinlarinin ya da baska ozanlarin onu anlatan siirlerinden çikarilir. 


Gene de bu yollardan epeyce bilgi edinilmistir, çünkü Pîr Sultan, baglandigi tarikatin din anlayisini, dünya görüsünü yansitmakta ya da derinlestirmek için soyut siirler yazan bir sanatçi degildir, dogrudan dogruya basindan geçenleri, kavgasini, özlemlerini, katlandigi acilari, yasaminin türlü yönlerini yansitan somut siirler yazmistir. 

Siirlerden, halk söylentilerinden çikarilan bilgilere göre, Pîr Sultan Sivas´in Yildizeli ilçesinin Çirçir Bucagina bagli Banaz köyünde dogmustur. Yildizdagi eteklerinde, Çirçir´a kirk sekiz kilometre uzaklikta, denizden bin yedi yüz metre yüksekte, çogu tek katli ker*** evleri, soguktan korunmak için yari yariyariya topraga gömülü bir köy... 

Banaz´da bugün de Pîr Sultan´in oldugu söylenen bir ev, önünde sairin yasadigi dönemden kaldigina inanilan bir sögüt agaci, agacin altinda, asâsinin ucuna takip Horasan´dan getirildigine inanilan bir degirmen tasi vardir. Pîr Sultan yaz aylarinin güzel havalarinda bu tasin üstüne oturup karisiyla sohbet edermis. Köylüler bu evi, agaci, tasi kutsal sayarlar. 

Kizinin yaktigi agitta uzun boyluluguna, biçimliligine deginilen sairin asil adi, siirlerinde belirttigine göre, Haydar´dir. Bir yerde soyunun Yemen´li oldugunu, bir yerde Peygamber´in öz torunu oldugunu söyler, bir yerde de Imam Zeynel-Âbidin´den "Zeynel dedem" diye söz eder. Uzmanlara göre, Pîr Sultan´in bu sözleri söylemesinin nedeni halk üzerindeki etkisini arttirmak içindir. Muhammed peygamber soyundan geldiklerini, "seyyid"liklerini ileri sürmek tarikat ululari arasinda bir gelenektir. Genel kani, sairin Iran´in dogusundaki Türk yurdu Horasan´dan, önce Iran Azerbeycani´ndaki Hoy kasabasina, oradan da Anadolu´ya göçüp Sivas´a yerlesen bir Türkmen soyundan geldigi yolundadir. 

Çocuklugu çobanlikla geçen Pîr Sultan´in okuma yazma bildigi anlasiliyor, ama bilgin bir kisi oldugu söylenemez. Tekke egitimi çerçevesinde kalmistir. Halifeler tarihini, peygamber menkibelerini, evliya menkibelerini, tarikat kurallarini, Yunus Emre´yi, Hatâyî´yi bilir. Bunlar disinda, çaginin bilimleriyle ilgilenmedigi gibi, divan edebiyati ile de ilgilenmemistir. Siirlerinde Yunan mitolojisinin, Iran mitolojisinin izleri pek yoktur. Ayrica, genel olarak bütün tarikatlarin kaynaklandigi Tasavvuf felsefesinin yüksek konularina da girmez. 

Söylentiye göre, Pîr Sultan´in üç oglu, bir kizi varmis. ogullarindan Seyyit Ali Banaz köyünün üst yanindaki çam korusunda,Pîr Muhammed Tokat´in Daduk Köyünde, Er Gaib de Dersim´de gömülüymüsler. Adi Sanem olan kizinin Pîr Sultan asildigi zaman söyledigi agit çok ünlüdür. Bazi uzmanlar bu agiti Sanem´in agzindan bir tarikat ozaninin yazmis olabilecegini belirtirler. Pîr Muhammmed ise babasi gibi sairdir. Delikanli iken attan düserek öldügü, Pîr Sultan´in "Allah verdigini almaz dediler / Bana verdigini aldi n´eyleyim" derken bu olaya degindigi söylenir. Siirlerinden uzun yasadigi, çok çocugu bulundugu açikça anlasilan sairin, sagliginda iki ogul acisi görmüs oldugunu ileri sürenler de vardir. 

Pîr Sultan Alevî-Bektasî tarikatindandir. Tarikata girme arkadasi, yani musaibi, Ali Baba´dir. Baglandigi tekkenin pîri ise, Ahmet Yesevî´nin Anadolu´ya gönderdigi dervislerden Koyun Babanin tekkesinde, Bektasîligin kurucusu Haci Bektas Veli´nin tekkesinde posta oturmus, yani en üst makamlara getirilmis Seyh Hasan´dir. 

Pîr Sultan, baglandigi tarikatça yalniz dinsel önder degil, devlet baskani olarak da görülen Iran Sahlari adina, Anadolu halkini Osmanlilar´a karsi kiskirttigi,ayaklanmaya çagirdigi, belki de bir aayaklanmaya öncülük ettigi için, Sivas Valisi Hizir Pasa´nin emriyle tutuklanmis, yolundan dönmeyecegi anlasilinca da asilmistir. 

Söylentiye göre, asildigi yer Sivas´da eskiden Keçibulan adini tasiyan, sonra uzun süre Daragaci diye anilan, simdi ise Kepçeli denilen yerdir. Bugün Sanayi Çarsisi´nin karsisinda Mal Pazari olarak kullanilan bu alanin Gazhane bitisiginde, sira sögütlerin bitiminde bulunan, boyu bes metre, eni bir metreden fazla, bakimsiz toprak yigini onun mezaridir. Üstündeki moloz taslar, asilmasi sirasinda Hizir Pasa´nin emriyle halkin attigi taslardir. 

Mezarinin, bir menkibeye göre Erdebil´de, Bektasî gelenegine göre de Merzifon´da oldugu söylenir. Daha baska söylentiler de vardir, ama gerçege en yakin görünen söylenti asildigi yere gömüldügü, yakinlarinin, tarikat erlerinin, hükümet baskisi yüzünden ölüsünü alip köyüne bile ***üremedikleridir. 

Siirlerinden, halk söylentilerinden çikarilan bu daginik bilgileri degerlendirebilmek için, önce, Pîr Sultan´in ne zaman yasadigini saptamak gerekir.


NE ZAMAN YAŞADI ?

Uzmanlar "Yürüyüs eyledi Urum üstüne" diye baslayan siirindeki sözlerine bakarak, Pîr Sultan Abdal´in Sah Tahmasb zamaninda yasadigini söylüyorlar. Bu siirinde söyle sözler var: 

Aslini sorarsan Sah´in ogludur 
(...) 
Koca Haydar Sah-i cihan torunu 
Ali nesli güzel imam geliyor 

"Koca Haydar Sah-i cihan" diye anilan, Sah Ismail´in babasi Seyh Haydar´dir. "Sah" diye anilan ise, Akkoyunlu Devleti´ni yikip Safevîogullari Devleti´ni kurarak Sîî mezhebi baskanligi ile devlet baskanligini birlestiren, Sah Ismail´in kendisidir. Seyh Haydar´in torunu, Sah Ismail´in oglu da Sah Tahmasb´dir. 
Sah Tahmasb´in saltanat döneminin (1524-1578) büyük bir bölümü, Kanunî Sultan Süleyman´in saltanat dönemine (1520-1566) rastlar. Bu iki hükümdar geçmisteki aci olaylar yüzünden, uzun süre ülkeleri arasinda barisi saglayamamislar, Iranlilar ile Osmanlilar, 1534´den 1554´e kadar, tam yirmi yili anlasmazliklar, çatismalar, savaslarla geçirmislerdir. Kanunî Sultan Süleyman 1534´de yaptigi dogu seferinde, Iranlilar´in elinde bulunan Bagdat´i Osmanli topraklarina katmis, Sah Tahmasb 1548´de Anadolu´ya girerek Kemah´a kadar ilerlemis, 1552´de Ercis, Ahlat kalelerini geri almistir. 

Pîr Sultan´in siirlerindeki olaylarin Sah Tahmasb dönemindeki olaylara uymasi, daha sonraki Iran sahlarinin Anadolu üzerine "yürüyüs eylemis" olmalari, bazi uzmanlarin kesin konusmalarina, sairin bu dönemde yasadigindan süphe edilemeyecegini söylemelerine yol açar. 

Oysa bu dönemde Sivas´da valilik etmis bir Hizir Pasa yok, ama 1552´de Köstendil, 1554´de Sam, 1560´da Bagdat beylerbeyliklerinde bulunmus bir Hizir Pasa var. Uzmanlar 1567´de ölen bu Hizir Pasa´nin, Bagdat´a giderken, Sivas´a ugrayip oradaki ayaklanmayi bastirmis olabilecegini söylüyor. Bu görüs dogruysa, Pîr Sultan 1560´da asilmis demektir. 

Pîr Sultan´in dili on altinci yüzyilin ikinci yarisinin dilidir, diyen bazi uzmanlar ise sairin 1560´da asilmis olabilecegini kabul etmiyorlar. Onlar halk söylentisini degerlendirerek baska bir yoldan gidiyor, Sivas´da valilik etmis Hizir Pasa´yi ariyorlar. 

Sofi Aziz Mahmut Hüdâyi Efendi´nin I. Ahmed´e yazdigi bir mektupta, Alevîler ile Seyh Bedreddin´e bagli olanlari iyi taniyan, onlarla ugrasmasinin bilen bir Hizir Pasa´dan söz ediliyor. Belgenin ilgili bulundugu dönemde ise iki Hizir Pasa yasamis. Birinin özellikleri söyle: 

Deli Hizir Pasa, Van Beylerbeyi (1582), Kars Beylerbeyi olarak Iran seferine katilma (1587), Erzurum Beylerbeyi (1588), Sivas Valisi (1588), Diyarbakir Valisi (1589), gene Sivas Valisi (1590), Tuna Muhafizi (1602), Budin Muhafizi (1605), ölümü (1607). 

Deli diye anilmasi gözü pek, acimasiz bir kimse oldugunu gösteriyor. Ayrica Iran seferine katilmis, yani Safevîlere karsi savasmis. Safevî yanlisi Alevîlere düsmanlik besleyebilir. Iki kere Sivas´a vali gönderilmis, ikincisinde oldukça uzun kalmis. Alevîleri iyi tanidigi, onlarla ugrasmasini bildigi anlasiliyor. 

Pîr Sultan´i astiranin Sivas Valisi Deli Hizir Pasa oldugunu söyleyen uzmanlarin görüsü dogruysa, sairin ölümü 1588´de, ya da 1590´dan sonradir. 

Gene uzmanlara göre, Pîr Sultan 1534´de Bagdat´in Osmanlilar´a geçisi üzerine, Iran Sahina, 


Güzel Sah´im çok yerlerden görünür
Asli nedir niye verdin Bagdat´i 
diye siir yazmistir. 1534 ile 1590 arasinda 56 yil var. Pîr Sultan bu siiri yazdiginda, diyelim 20 yasindaysa, 76 yasinda ölmüs olur. 

Böyle uzun bir ömür sürdügü kabul edilirse, uzmanlar arasindaki görüs ayriliklari da sona erebilir. Çünkü bu uzun ömre hem Pîr Sultan´in siirlerindeki olaylara uygun düsen Sah Tahmasb dönemi, hem de Deli Hizir Pasa sigdirilabiliyor. 

Gene de bazi durumlarin açiklanmasi kolay degil. Örnekse, Pîr Sultan´in siirlerinde bir Alevî ayaklanmasindan söz ediliyor, oysa Deli Hizir Pasa döneminde Sivas´da böyle bir ayaklanma olmamis. 

Uzmanlar arasindaki görüs ayriliklarinin ötesinde, kesin olan sudur: Pîr Sultan abdal on altinci yüzyilda Anadolu´da, Sivas yöresinde yasadi.



Sefil Seyyahi 

17 Temmuz 1944 tarihinde Artvin´in Yukarı Hod (şimdiki adı Yukarı Maden) köyünde doğdu. Asıl adı Nihat Muratoğlu´dur. Küçük yaşlarda babası ve amcaları aracılığıyla şiire ilgi duymaya başladı. Ancak ilk gençlik yıllarında ve özellikle askerde şiir yazmaya yöneldi. İran´dan İngiltere´ye birçok ülkeyi dolaştı. Her gittiği yerde karşılaştığı ilginçlikleri, sorunları şiire döktü. Kuzeydoğu Anadolu aşıklık geleneğinin yanında dolaştığı yerlerde karşılaştığı birçok şair aracılığıyla şiire ilişkin bilgisini pekiştirdi. Şiirin yanında, yöresinin türküleri üzerine de yoğunlaşan Sefil Seyyahi, tulum ve mey çalmaktadır. Sefil Seyyahi şiirlerinde yaşama ilişkin birçok konuyu işlerken, genellikle eleştirel bir dil kullanmaktadır. Ayrıca 20. yüzyılın başlarında yaşamış Yozgatlı Seyyahi (Aşık Çelebi olarak da bilinir) ve 17. yüzyılda yaşamış bir Seyyahi daha bulunmaktadır. 

Bu Zamanda 
Bu zamanda nerde kopar bilinmez 
Yeminli noterli dostluk bağları 
Beş yıl on yıl misal diye alınmaz 
Gelip geçer o güzelim çağları 

Güvenirsin kendin kadar pek yüce 
Konuşurken eksik dersin bir hece 
Bakarsın ki apansızın bir gece 
Hafif serin rüzgar yıkar dağları 

Muhtaç olur isen hergün birine 
Ayağın yorgana hafif sürüne 
Sefil Seyyah gam yüküne bürüne 
Ta içten eriyor yürek yağları 



Sümmani 

1861 yılında Narman’ın Samikale köyünde dünyaya gelmiştir. Genç yaşta Bedehşan şehri hakimi Abbas Han’ın kızı Gülperiyi rüyasında görerek onu aramak için yollara düşmüştür.

El ele vermiş degelen güzeller 

Bir tanrı selamı vermez misiniz?

Mevlam sizi süs için mi yaratmış

Biz gel demeyince gelmez misiniz?

Karadır kaşınız yaydan nic’olur,

Bugün dünya yarın ahret nic’olur

Bir gönül yapması yüzbin hac olur

Siz gönül yapmasın bilmez misiniz?

Sümmani’yem ey dilyare niderim

Başım alıp diyar diyar giderim 

Yarın mahşer günü dava ederim

Siz mahşer yerine gelmez misiniz?



Şerafettin Taşlıova 

Kars’ın Çıldır ilçesi Pekşeren (Gülyüzü) köyünde 1938 yılında doğdu. İlkokul mezunu olup evli ve yedi çocuk babasıdır. Âşık makamlarını ve halk hikâyeciliğini de bilen Şeref Taşlıova kendi deyişleri yanında usta malı da söylemektedir. “Gönül Bahçesi” adlı bir kitabı çok sayıda plak ve kaseti vardır.

Arzu iplik sevgi nakış

Ördükçe güzel görünür

Gönül gözü ile bakış

Gördükçe güzel görünür.

Zaman ince esen yeldir

Hayat ağaç günler daldır

Mutluluk uzunca yoldur

Vardıkça güzel görünür

Tatlı söz dil arasında

Diken var gül arasında

Hatıra yıl arasında

Durdukça güzel görünür

İnsanı yaşatan hava

Tatlı sözdür derde deva

Herkes hayalinde yuva

Kurdukça güzel görünür

Şeref der ki başka yandan

Kervanım ayrıldı handan

Seven sevdiğini candan

Sardıkça güzel görünür.



Zaralı Halil (Halil Söyler) 

Bir bulut kaynıyor Sivas elinden 
Ucu telli mektup geldi yarimden
Karlı dağlar ne olur ne olur
Asker ağam gelse yaralarım ey olur

Zaralıların radyodaki türkü programlari sırasında defalarca "İşte Halil Emminin türküsü!" diye birbirlerine hatirlatmalarina sebep olan Halil Söyler Zara´nın yetistirdigi en meshur sahsiyetlerden birisidir. Zarali Halil 1906 yilinda zayıf bir çocuk olarak dünyaya gelir. Ömür boyu yakasını bırakmayan bu çelimsizlik nedeni ile İnce Halil olarak da bilinmistir. Önce annesini sonra da babasını kaybedince ondört yaşında Sivas´ta Yetistirme Yurduna yerlestirilmistir. Burada baglama çalmayi ögrenmiştir.

Müzik formasyonunda Sivasli Hafiz Halid, Feryadi Hakki ve Divrikli Nuri (Üstünses) önemli rol oynamışlardır. Daha sonra ustalik zamaninda devrinin diger ünlü isimleri Malatyalı Fahri, Erzincanlı Şerif ve Diyarbakırlı Celal ile meşk etmistir. Odeon plaklarına okuduğu ilk eser, Celal Güzelses´in "Kara Gözler" adlı hoyratıdır. 

Zarali Halil´in eserlerini radyoda Neriman Altindag, Nermin Yapar, Zehra Bilir gibi sanatçılar icra etmislerdir. Zaralı Halil 15 Ocak 1964 yılında vefat etmiş, geride eşi Kamer Hatun ve sekiz çocugunu bırakmıştır.


Aşık Bulali 

1919-1985. Artvin´in Aşağı Hod (şimdiki adı Aşağı Maden) köyünde doğdu. Asıl adı Mevlüt Yazıcı´dır. Küçük yaşlarda bağlama çalmayı ve aşıklık geleneğini öğrendi. Kendine özgü bağlama çalmasıyla bilinen Aşık Bulali hem kendi şiirlerini hem de yörenin ünlü aşıkları Sümmani, Şenlik, Şamili´nin şiirleri gibi usta malı eserler söyledi. Yörede tanışıp dostluk kurduğu birçok aşıkla zaman zaman deyişmelerde bulunan Aşık Bulali´nin kaynaklara aktarılabilen az sayıda şiiri kalmıştır. Aşıklığı genellikle kendi köyü ve yakın çevresinde bilinen Aşık Bulali, yaşamının büyük bir bölümünü gurbette geçirdi.

Benim 
Bir güzele nazar ettim ezelden 
Aklımı başımdan yitirdi benim 
Bütün bu cesedim sana kurbandır 
Külli servetimi ***ürdü benim 

Olur olmaz haller gelmez işime 
Bu aşkın şerbeti değdi dişime 
Nefs-i envareyi düşmüş peşime 
Gençlik hayatımı bitirdi benim 

Bulali der gitti civan çağlarım 
Mahzun kaldı bahçelerim bağlarım 
Bülbülüm yuvadan uçtu ağlarım 
Bu tatlı canıma yetirdi benim


Aşık Dervişan 

1930 yılında Artvin´in Sakalar köyünde doğdu. Asıl adı Hasan Hüseyin Yazıcı´dır. Küçük yaşlardan itibaren şiirle ve aşıklık geleneğiyle ilgilendi. 12 yaşından beri şiir yazmaktadır. Ancak ilk yazdığı şiirler kayboldu. Yaklaşık 15 yaşlarında birkaç kez üstüste gördüğü rüyadan sonra daha yoğun olarak şiir yazmaya yöneldi. Mahlasını da aynı pirden aldı. 17 yaşında bağlama çalmaya başladı. Bu konuda Aşık Efkari´nin yardımını gördü. Şiirde özellikle Yusufelili Azmi mahlasıyla şiir yazan araştırmacı Adil Özder´den etkilendi. 1957 yılında Artvin´de yapılan bir aşıklar şenliğinde gösterdiği başarından sonra adı duyulmaya başladı. Bağlı olarak da yöredeki birçok başka şenliğe katıldı. Şiirlerinde güzellemeden dine dek hemen her konuyu işleyen Aşık Dervişan´ın birçok eseri çeşitli dergi ve araştırmada yeraldı. Yörede anlatılan birçok halk hikayesini de bilen Aşık Dervişan, aynı zamanda birçok aşıkla karşılaşıp dostluk kurdu.

Baharda 
Tabiat canlanır varlık uyanır 
Rengarenk çiçekler açar baharda 
Al güzel yeşillik kendin beğenir 
Her varlık kısmetin biçer baharda 

Filizler yeşerir yaprak dal için 
Bülbüller ah eder açan gül için 
Arılar uçuşur yavru bal için 
Mavi kelebekler uçar baharda 

Uykuya yatanlar o günü bekler 
Her yerde tarıma vardır emekler 
Yediden yetmişe tüm mahsulatlar 
Alır da suyunu içer baharda 

Dervişan şiire yeniden başlar 
Mahsulün gösterir bütün ağaçlar 
Al yeşil giyinir dağ ile taşlar 
Alem yaylasına göçer baharda



Aşık Elfazi 

1875-1922. Artvin´in Berta bucağında doğdu. Asıl adı Süleyman´dır. Küçük yaşlarda gördüğü bir rüyada Yozgatlı bir kıza aşık oldu. Babasının izin vermemesinden dolayı Yozgat´a gidip sevdiğini arayamadı. Ancak sevdiği kız da Elfazi´ye aşık olduğundan bazı ilişkileri kullanarak Elfazi´yle haberleşme olanağı sağladı. Aşık Elfazi, Nihani, Niyazi gibi dönemindeki yörenin birçok bilinen aşığıyla karşılaştı. 1. Dünya Savaşı (1914-1918) dönemdeki göçte Konya´ya giderek bir süre orada yaşadı. Daha sonra yeniden köyüne döndü. Aynı dönemlerde yaşamış birçok öteki aşık gibi Elfazi de Ermenilere ilişkin sorunlar öncesinde onlarla olan dostluğunu ve ilişkini şiirlerinde dile getirdi. Ayrıca aynı yörede 19. yüzyılda yaşamış Bir Elfazi ile Kevork Pamukciyan´ın Ermeni harfleriyle yazılmış Türkçe bir cönkten aktardığı, Kayseri´de yaşadığı bilinen Elfazi adlı Ermeni kökenli bir aşık daha bulunmaktadır.

Ahçikler 
Efkarınız neydi arzu ettiniz 
Kırk naz ile burya geldiz ahçikler 
Güzel ahbaplıktan haz edersiniz 
Arayıp ehl-i dil bulduz ahçikler 

Al yanağa siyah muylar dizersiz 
Çok kırmayın ince beli üzersiz 
Filiz boylu ne yordamlı gezersiz 
Aklımı başımdan aldız ahçikler 

Dizilmiş gidersiz siz kiliseye 
Hiç yakın varmazsız bahşiş keseye 
Elfazi kaildir bir çift buseye 
Cilve aşinalı güldüz ahçikler 



Aşık Ferrahi 

Evet, kimdir Ferrahi, kimdir? Aşık Ferrahi´nin babası Mustafa Ergat, Siirt´in Eruh Kazası´nın Kever Köyü´ndendir. 1914-1918 yılları arasında memleketinden göç ederek Adana´nın Ceyhan Ka*zası´nın Kurtkulağı Köyü´ne yerleştiği bilinmektedir.

Bu köyde hayatını kazanmaya çalışan Mustafa Ergat, çok kısa zamanda kendisini köy ahalisine kabul ettirir ve sevilen biri olur. Hele zamanın şöhretli zenginlerinden hemşehrisi İbrahim Koruklu´yla tanışınca yıldızı iyice parlar. İbrahim Koruklu onu Ceyhan´da mahalle bekçiliği görevine getirtir, ardından da Ceyhan´ın Küçük Mangıt Köyü´nden bir kızla evlendirir. 

Hemşehrisi İbrahim Ağa´nın gözüne girmeyi başaran Mustafa Ergat, onun sayesinde Ceyhan´ın sevilen ve sayılan bir siması olur. Fakat, bu arada Küçük Mangıt Köyü´nden evlendiği karısı ölür. Karısını kaybeden Mustafa Ergat yine İbrahim Koruklu tarafından, bu sefer de Ceyhan´ın Kıvrıklı Köyü´nden Osman Metin (Çingil Osman) in bacısı Emine ile evlendirilir. 

Mustafa Ergat´ın bu hanımdan 1934 yılında Mehmet Ali, (Aşık Ferrahi) sonra da Sabiha olmak üzere iki çocuğu dünyaya gelir. Mustafa Ergat´ın hayat çizgisi İbrahim Ağa´nın ellerinde yükselmeye devam etmektedir. Artık Mustafa Ergat Ceyhan´ın tütün kolcusudur. Bu görev ona daha büyük bir çevre ve ün kazandırır. 

Ancak, Mustafa Ergat görevinin şuurunda bir tütün kolculuğu sevdasına kalkışınca işler tersine döner ve bir gün, bilerek ya da bilmeyerek, zamanın tanınmış zengini İbrahim Koruklu´nun adamlarını, kaçak tütün satarlarken yakalatır. Böylelikle Ağa´ya ihanet etmek gibi büyük bir çılgınlığa düşen Mustafa Ergat, feci şekilde dövülür. Yediği dayak sonucu aklını oynatır ve bir gün evini barkını terk ederek, çeker gider. Ceyhan´a bir daha da dönmez. Onun için nerede, ne zaman öldüğü dahi bilinmemektedir. 

Babasının gidişinden çok kısa bir süre sonra annesini de kaybeden Mehmet Ali´yi ve kız kardeşini, dayısı Osman Metin yanına alır. 

Daha 7-8 yaşlarındayken hayatın cilvesi ona başka bir dünyanın kapısını aralar. Mehmet Ali, köy tarafından Halil Turan´a besleme olarak verilir. Halil Turan´ın kapısında uzun bir zaman çobanlık yapan Mehmet Ali´nin işe yatkın olduğunu anlayan dayısı onu tekrar yanına alır. Bu sırada kız kardeşi de evlenir. Artık tamamen yalnızdır. Köyün sığırlarını güderek, traktör sürerek ekmeğini kazanmaya çalışır. 

Derler ki; Çoban Mehmet Ali on iki yaşındayken bir gün, bir rüya görür. Rüyasında bir kıza aşık olur. Bu aşk onu aşık yapar; sığır gütmeye yarayan değneğini saz yapar, dilini açar, gönlünü kanatlandırır ve onu ´´AŞIK FERRAHi´´ yapar. 

Aşığımız, bir yandan yaşamaya, ekmeğini kazanmaya çalışırken; bir yandan da dağda, bayırda, kumda bir başına alfabenin hem eskisini hem de yenisini sökmeye çalışır. Başkaları için zor olan, onun için hiç de zor olmamıştır. Gayretleri sonunda Karacaoğlan´ın, Kerem´in, Aşık Garip´in kitaplarını oku*yabilecek duruma gelir. Hatla sadece aşk hikayeleri, şiirleri okumakla kalmaz, yazmaya da başlar. iık şiirlerini bir defterde toplar ve ´´Mahsun Çocuk´´ adını verir. Fakat ne yazık ki, bu defter günümüze kadar ulaşamaz. 

1954 senesinde Aşık Ferrahi İstanbul´dadır. Ayazağa ve Zeytinburnu Süvari Bölüğü´nde askerdir. Ancak askerliği sırasında tüberküloz hastalığına yakalanır. Hava değişimi için köyüne gönderilir . Fakat hastalık geçmediğinden, tekrar asker ocağına dönemez. 

Bu hastalık Ferrahi´nin hayatında adeta yeni bir dönemin başlangıcı sayılır. Asker ocağına bir daha dönemeyen Ferrahi´nin verem olduğunu anlayan dayısı, çocuklarını bu bulaşıcı hastalıktan korumak için, onu evinden uzaklaştırır. Bu yüzden Ferrahi de köyünü terk eder , ya da terk etmek zorunda kalır. 

İlk gittiği yer Ceyhan´dır. İlk gördüğü dostu Hamit Zorba. Hamit Zorba, çalıştığı çiftlikte ona da bir iş ayarlar. Ferrahi, bir müddet burada çalışsa da traktör sürmek pek işine gelmez. Çünkü O; ´´Mahsun Çocuk´´una yeni şiirler ekleyecektir, yeni türküler çığıracaktır. 

Sene 1958´dir; elinde Kayserili Ömer Usta´nın yadigarı sazı ile varır gider Ceyhan´daki Şevket Eser´in saz evine. Saz çalmadaki ilk marifetini, yani Şevket Eser´in tabiriyle ´´Gam yapmasını´´ öğrenir. Bu çalışmalar yavaş yavaş, ama daha bilgili ve şuurlu bir şekilde Ferrahi´nin rotasını Aşıklar Dergahı´na yöneltir. 

Artık aşığımız sazıyla, sözüyle ve korkunç kaderi ile bir başına ömür sürmeye başlar. Nereye, ne zaman gideceği; kime, nasıl uğrayacağı belli değildir. Çünkü O;

´´Neyleyim serveti, neyleyim malı
Şimdi bir serseri Ferrahi´yim ben´´ der... 

Aşık Ferrahi´nin hayatının bundan sonraki dönemlerine baktığımızda, onu türlü dertlerle, has*talıklarla, sevinçlerle iç içe bir hayat kavgasında görürüz. 

Zaman zaman tıpkı diğer aşıklar gibi o da kendisini ispat etmek için ´´Aşıklar meydanı´´na çıkmaya başlar. Düzenlenen şenliklerde, sazıyla sözü dost olunca, Aşık Ferrahi´nin bütün yurt köşelerine yayılan haklı şöhreti ortaya çıkar. 

Bu sırada Adana´nın Kürkçüler Köyü´nde bir düğün gecesi, görüp tanıştığı akrabadan bir kıza gönül verir. Kısa bir süre sonra alıp kaçırır kızı, getirir köyüne, 1959´da onunla evlenir. Sırasıyla biri kız, ikisi erkek üç çocuğu olur. Kızına anasının adını (Emine), ikinci çocuğuna babasının adını (Mustafa), son çocuğuna ise, Konya Aşıklar Bayramı´nda tanıştığı Fevzi Halıcı´nın isteği üzerine, Mevlana´nın Türbesi yakınında mezarı bulunan Konya´lı şair Şem´in adını verir. 

1960-1961 yıllan arasında dayısından kalan 35 dönümlük tarlasını satarak Kıvrıklı Köyü´nden Adana´ya göç eder. 

Sinanpaşa Mahallesi Kışla Caddesinde bir saz evi açar. Burada bir yandan bu işin meraklılarına saz dersi vermeye çalışır, bir yandan da plak satarak geçimini sağlar. 

Bu çalışmalar Adana´daki sanat çevresi tarafından ilgiyle takip edilir. Hatta başta Adana Radyosu olmak üzere İzmir ve İstanbul Radyolarında programlar yapar. Yaptığı programlarda okuduğu ´´Ela gözlü nazlı yari´´, ´´Ah neyleyim gönül senin elinden´´ ve ´´Hasta gönlüm divanedir durmuyor´´ türküleri çok po*püler olur. 

Ancak Ferrahi´nin mutluluk yıldızı pek fazla ömürlü olmaz. Çünkü askerdeyken yakalandığı verem hastalığı günbegün kendisini iyice hissettirmeye başlar. Her gün biraz daha artan dertlerinin acısıyla yalvarır Allah´a, 

´´Der Ferrahi takat kalmadı bende
Her türlü yareler açıldı tende 
Yarab bu derdimin dermanı sende 
Bu derdime çare çare Allah´ım´´ 

Bu çaresizlikler içerisinde biricik kızı Emine´ye beş yaşındayken hem okuma-yazmayı, hem de saz çalıp türkü söylemeyi öğretir Ferrahi. 

Ama dertler daha gaddar , daha acımasız olmuştur artık. Kötünün kötüsü, beterin beteri; gırtlak veremi. 

´´Der Ferrahi kime diyem halimi 
Konuşurken sakat ettin dilimi 
Yara açtın göğsüme büktün belimi 
Vücudumu delik delik eyledin´´ 

Evet, çalıp söyleyen, konuşan, minarelerden ezan okuyan bir Ferrahi yok artık. Sakat olan bir dilin bedeni var. Sessiz ve işaretlerle konuşan bir beden. 

Buna rağmen Ferrahi yine metanetini yitirmez. Zira kendisinin sazı ve Emine´sinin sesi vardır. Var olanları değerlendirir aşığımız. Kendisi çalar, Emine okur türkülerini. Artık Ferrahi bir ama, kızı onun değneği olmuştur. 

Bu beraberlik alır ***ürür onları, ilden ile, dilden dile ve 1967´de ikincisi yapılan Konya Aşıklar Bayramı´na. Kendisinin çalıp kızının okuduğu ´´Ela gözlü nazlı yari´´ türküsüyle türkü dalında birinci olarak Mihri Hatun, 1968´de ise yine kızıyla beraber türkü dalında Köroğlu birincilik ödülünü almaya hak ka*zanırlar. 

Şanına şan katan birincilikleri onun daha da geniş kitlelere sesini duyurmasına sebep olur. Ama ne yazık ki dertler bir türlü bırakmaz yakasını ´´Bahtı kara Ferrahi´nin´´. 1969 senesinin 22 Nisan´ında, hayatının en verimli çağında, göçer gider bu dünyadan. Geriye otuz beş yılın bela dolu bir hayat hikayesinin kahramanı olan çilekeş Ferrahi´yi bırakır. 

Halil Atılgan 

Aşık Ferrahi´nin bazı türküleri : Ah neyleyim gönül, Bir yare gönül verince, Ela gözlü nazlı yari, Vücudum şehrini seyran eylerken...




Aşık Geyrani 

1914-1987. Artvin’in Yukarı Hod (şimdiki adı Yukarı Maden) köyünde doğdu. Asıl adı Şamili Işıkdemir’dir. Aşıklık geleneğini babasından öğrendi. Henüz birkaç aylıkken 1. Dünya Savaşı (1914-1918) dönemindeki seferberlik sırasında ailesi Beyşehir’e göçtü. Savaş sonunda da yeniden geri döndüler. Aşık Geyrani, şiirlerinde zaman zaman adını kullandığından dolayı Hodlu Şamili’yle karıştırılmaması için Küçük Şamili olarak da anıldı. Ömrünün önemli bir kısmı gurbette geçti. Bundan dolayı hem ayrılık hem de gördüğü yerlere ilişkin düşüncelerini dile getirdi. Babası Aşık Heyrani ile olduğu gibi, küçük kardeşi Geylani mahlaslı Ali ile de deyişmelerde bulundu. Şiirlerinde sevgiden tasavvufa dek çeşitli konuları işleyen Küçük Şamili, köyünde öldü ve orada toprağa verildi. Eserlerinin birçoğu yitip giden Geyrani’ye ilişkin Mehmet Koç’un »Hodlu Halk Ozanları ve Kalem Şueraları« adlı kitabıyla Osman İlker’in Aşağı ve Yukarı Maden köylerine ilişkin yaptığı araştırmalarında ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. 

Olur 
Ezel bahar yaz ayları gelende 
Evvel bizim bağın gülü hoş olur 
Aşık maşukundan ayrı kalanda 
Korkarım ki dertten derde düş olur 

Dert elinden derde kalan çöllerde 
Dediler bahardır bizim yerlerde 
Ben sılada yarim gurbet ellerde 
Gözlerimden akan kanlı yaş olur 

Telli turnam nazlı yari bulasın 
Şamil´in ahvalin haber veresin 
Geri dönüp bizim ele gelesin 
Gider ezel bahar yine kış olur



Aşık Hasan Hüseyin Orhan 

Giderim elinizden Gurtulam dilinizden 
Yeşil baş ördek olsam Su içmem gölünüzden


Aşık Hasan Hüseyin Orhan resmi kayıtlarda 1900 Minayik yeni adıyla Kuyudere köyünde doğmuştur. Babası, fahri olarak nahiye müdürlüğü yapmış Hüseyin Efendi, annesi Kazo ana diye bilinen Keziban Hanımdır. Ehlibeyt neslinden olup İmam Zeynel Abidin soyundandır. Küçük yaşlardan itibaren gerek Aleviliğin esasları gerek saz-söz sanatı üzerine kendisini yetiştirmiştir. Kendisini tanıyan ve hayatta olan insanlar, Hasan Hüseyin Orhan´ı her yönüyle hakikate ulaşmış bir insan olarak tanımlamaktadırlar. 

Hasan Hüseyin Orhan cem-camaat birleyen, insanlara sevgi, saygı ve hoşgörüyü aşılayan alevilerin ruhani liderleri sayılan; inancı ile güçlü, bilgili bir "dede´´ olarak bilinmektedir. Doğanın saf, temiz ve güzelliğini kendi kişiliğine yansıtmış ve bunu şiirleri ile bütünleştirmiştir. 

Aşık Hasan Hüseyin Orhan bağlamayı küçük yaşta öğrenmiştir. Önceleri Hatayi, Virani, Pir Sultan, Yemini, Fuzuli, Dertli, Esiri gibi ustalardan beyitler çalıp söylemiş, daha sonraları kendi yazdığı beyitleri de eklemiştir. Aşıkların şiirlerini yazmalarında genellikle baş vurdukları bir yol olan mahlas kullanmayı, Aşık Hasan Hüseyin Orhan´da da görmekteyiz, Mahlas, aşıklık geleneğinde ve aşık edebiyatında çokça baş vurulan bir yoldur. Aşık şiirlerinde kendi isminin yanında ´´Mahsun Hüseyin´´, ´´ Aşık Hüseyniyem´´ mahlasını da kullanmıştır.

Araştırmamız sırasında Aşık Hasan Hüseyin Orhan´ın bağlamayı pençe ile, daha geniş bir deyimle şelpe ile çok hünerli çaldığı tespit edilmiştir. Yine araştırmamızda, sazının perdelerini kesmek suretiyle, perdesiz olarak icra etmesi, aşığa has bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Bağlama Alevi toplumunda kutsal bir saz olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle, dini inançları gerçekleştirmede ve icra etmede bir araç olduğundan, itibar görmektedir. Aşıklar için sazın apayrı bir yeri olup, sazlarına tutkun oldukları bilinmektedir. Aşık Hasan Hüseyin Orhan´ın bilinen ve günümüze kadar söylenen ´´Telli Turnam´´ deyişinde sazına ne derece tutkuyla bağlı olduğunu, bu tutkusunu şiirlerinde, bir oya gibi işlediğini görmekteyiz. Gerçekten de sazı onun için üzüntüsünü, kederini, sevincini paylaştığı gerçek bir eş, vazgeçilmeyecek bir tutkudur. Sazına bir eş tutkusuyla bağlı olmasının yanında, gerçek yaşamda hayatının tek eşi Sultan Ana olmuştur. Sultan Ana ile evliliğinden Hüseyin Avni, Doğan, Haşim Vehbi adlarında üç erkek Akgül, Makbule, Naile ve Halise (Kibara) adlarında dört kız olmak üzere toplam yedi çocuğu olmuştu. 

Aşık Hasan Hüseyin Orhan; Aşık Veysel, Ruhsatı, Aşık Daimi gibi, birçok aşıklarla sazlı sözlü meclislerde bulunmuştur.

1937-38 yıllarında Ankara Devlet Konservatuarı tarafından bir çok deyişleri ses kayıt aygıtlarına alınarak derlenmiştir. 1938´de İstanbul´a gelmiş, 18 adet plak yapılmıştır. Günümüzde kaybolan taş plaklara 36 adet türkü ve deyiş okumuştur. Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu repertuarında Telli Turnam ve Karşıda Kara Erik türkülerinin yanında repertuar dışında kendi sesinden ve sazından bir çok türkü, oyun havaları mevcuttur. Ayrıca yörede Aşık´a ait bir Çok şiİrler ve ezgileri kendinden sonraki kuşaklar tarafından günümüze kadar taşınmış ve devam ettirilmesi sağlanmıştır. 

Yaşadığı dönemin devlet büyüklerine, Hatay´ın Türk topraklarına katılması üzerine yazdığı deyişler zamanın gazete ve mecmualarında yayınlanmış, Halkevleri arşivlerine girmiştir. Halkevleri de Aşık Hasan Hüseyin Orhan´a sahip çıkmış, her Cumhuriyet Bayramı´nda Malatya Halkevi tarafından vazgeçilmez bir konuk olması sağlanmış ve icracılığı, şiirleri, deyişleri tüm bölgeye tanıtılmıştır. 

Ekonomik olarak pek varlıklı olmayan Aşık Hasan Hüseyin Orhan, ekonomik durumunu düzeltmek için özel bir gayret göstermemiştir. Mensup olduğu toplumun ve icra ettiği müziğini, bir gönül işi olduğunu, bu gönül işinin hiç bir zaman ticari amaç uğruna kullanılmayacağı düşüncesiyle, ekonomik durumu güçlü olmamasına rağmen, sanatını para karşılığında değer kaybettirmeme amacıyla, gazinolardan gelen bütün teklifleri tereddütsüz geri çevirmiştir. Hemen hemen her konuda şiirler yazmıştır. Doğup büyüdüğü topraklar üzerine yazmış olduğu şiirinde, köylünün sosyo-ekonomik durumunu dile getirmiş, hak´kın bu topraklar üzerindeki etkisini ince bir dille anlatmıştır. 

Kısa süren yaşamının (45 yıl) gençlik yıllarında kendi ve çevresindeki yaşamı konu alan doğa ve toplumsal yaşantıyı, insanı duygulan içeren şiirleri ağırlık taşırken sonraları dedeliğin vermiş olduğu öğreti ve gelenekle kendisini tümüyle alevilik içinde tasavvufa yöneltilmiştir. 


Aşık Veysel, Ruhsati, Aşık Daimi, Aşık Seyit Mefutni, İkrari, Hüseyin Orhan, Bayram Aksüt gibi aşıkların, kendisine hayranlık beslediğini, hürmet ettiğini yine yaşayan kaynaklardan öğrenmekteyiz. Amansız bir hastalığa yakalanarak genç yaşta 17 Kasım l945´te vefat eden Aşık Hasan Hüseyin Orhan geride yüzün üzerinde şiir bırakmıştır. Aşık Hasan Hüseyin Orhan, diğer halk ozanlarında olduğu gibi, halk tarafından çok sevilmiş ve adeta destansı bir kişiliğe büründürülmüştür. O kadar ki 17 Kasım 1945 yılında kendi ölümünü tasvir eden şiirini okuduğumuz zaman ölümünden bir kaç saat önce yazdığı ve ölümünü sezinlediğini anlamaktayız. Halk arasında müspet yönde bir takım söylencelerle beraber, O´nun adeta ermiş mertebesine ulaşmış bir kişi olduğu, yöresinde kabul edilmekte ve saygı görmektedir. 

Tekke edebiyatına mensup olan aşıklar, yalnız şiirlerini söylemekle kalmayıp, tekkeye mensup olan müritlerini eğitme görevini de üstlenmişlerdir. Tekke mensuplarının, kendi inanç ve düşüncelerini "yayacak ve gelecek nesillere taşıyacak kişileri eğitip, el vermeleri manevi bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir dünya görüşünü benimsemiş olan Aşık Hasan Hüseyin Orhan, halkın milli kültür ürünlerinden biri sayılan aşıklık geleneğini, yozlaşmadan günümüze kadar süregelmesinde çok büyük bir rol oynamıştır. Vefat ettikten sonra geride aşıklık geleneğini sürdürecek bir de kuşak bırakmıştır. Böylece Minayik köyünün aşıklık geleneği günümüze kadar süregelmiştir. Bu kuşağa, Merhum İbrahim Mamo Temİz (Seyit Meftuni), Merhum Hüseyin Avni Orhan (Efendi Dede), Haşim Vehbi Orhan, Merhum Hüseyin Temiz (San Dede), Muharrem Naci Orhan (İkrari), Hasan Temiz, Hüseyin Orhan ve Bayram Aküt gibi örnekleri sıralayabiliniz. 

Aşık Hasan Hüseyin Orhan´ın yüz yirmi sayfalık kendi el yazısı ile yazmış olduğu eski Türkçe şiirleri ve düşünceleri(cönk) günümüz türkçesine çevrilmiştir. Aşığın mezarı doğduğu yer olan Malatya´nın Arguvan ilçesi Minayik yeni adıyla Kuyudere köyündedir



Aşık İbreti 

Her Neyi Gördükçe Kasların Yıkma 
Ne Sucum Var İse Bıldır Efendim
Hata Eyledimse Kusura Bakma 
Düştümse Elim Tut, Kaldır Efendim


Asıl adı Hıdır Gürel olan Aşık İbreti´nin dedeleri Malatya´nın Akçadağ ilçesinden kalkmış, Kayseri´nin Sarız ilçesıne bağlı Kırkısrak köyüne gelip yerleşmiş, babasının adı Ali annesinin adı Sultandır. Babası o günün zor koşullarında, at sırtında köy köy dolaşıp meyve ve öteberi satarak geçimini sağlarmış. Rumi 1336, miladi 1920 doğumlu olan Aşık İbreti´ye Hıdır adı konulmuş. Üç yaşına gelince annesini kaybetmiş ve öksüz kalmış, babası evlendiği Hatice isimli ikinci annesinden Ali, Rıza, İbrahim, Sultan, Meryem, adlarında beş kardeşi dünyaya gelmiş. Bunlar halen hayatta olup yaşamlarını İstanbul´da sürdürmektedir. 
İbretı henüz onyedi onsekiz yaşlarındayken evlenir, hanımı teyzesinin kızı Sultandır. Köşkerlik (ayakkabı tamirciliği) yapar ve giderek ayakkabı üretimiyle geçimini sağlar. 

Askere gider 3 yıl askerlik yapar askerde iken babasını kaybeder. Askerlik dönüşü Maraş´ın Afşin ilçesine giderek onsekiz gün gibi kısa bir zamanda biçki, dikiş öğrenen İbreti Sarıza döner bu sanatını da onsekiz yıl devam ettirir. Bu arada saza söze büyük ilgi duyar okuma merakı artar. Geceleri gaz lambasının ışığında sabahlara dek okuduğu günler olur kendini yetiştirir.

İbreti, bu gayretli çalışmasının yanı sıra peş peşe altı çocuk sahibi de olur, sırasıyla Sultan, Haydar, Hüseyin, Hıdır, Kemal, Gülbeyaz, İbretinin hanesinde yer alır. Ancak kendi adını taşıyan Hıdır henüz 34 yaşında 1992 yılında hakk´ın rahmetine kavuşur. Diğer kardeşleri, anneleri Sultanla İstanbul´da yasamlarını sürdürürler.

Çok çocuklu İbreti, geçim darlğı çektiği için çeşitli mesleklere atılır. Saz yapıp satmak, diş çekmek, madencilik, en son fotoğrafçılık gibi işler yapar. Madencilikte yaptığı kazılarda yüzde seksen isabet kaydetmesine karşın ekonomik yetersizlikler nedeniyle bu işi sürdüremiyor. Bulduğu krom, gümüşlü kurşun, madenleri toprak altında kalıyor. Son olarak fotografçılık hizmeti yapmakta olan İbreti Sarızda elektrik olmadığı için işini zor sürdürüyor. 

Daha sonra Elbistana göçüyor, burada fotoğrafçılık mesleğini sürdürürken 1967´de patlak veren Elbistan olayında Alevilere saldıran fanatik bir gurubun saldırısından İbreti de nasibini alıyor. Dükkanı tahrip ediliyor kendisi ise canını zor kurtarıyor tekrar Sarıza donüyor ancak geçim darlığı nedeniyle İstanbul´a göçüyor ve 5 Kasım 1976 tarihinde Hakk´a yürüyor.




Aşık Kahri 

Artvin´in Hezor (şimdiki adı Hızarlı) köyünde doğdu. 19. yüzyılda yaşadığı saptanabilen aşığın doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmemektedir. Aşık Figani´nin çırağı olan Aşık Kahri geleneği ve bağlama çalmayı ustasından öğrendi. Kendi döneminde yaşayan birçok aşıkla karşılaşmalar yaptığı bilinmesine karşın, bu karşılaşmalar kaynaklara aktarılamadığı için yitip gitti. Günümüze kalan şiir sayısı sınırlı olan Aşık Kahri, ağırlıkla sevgi ve dini konuları işledi.

Kaldı 
Hey ağalar size tarif edeyim 
Bülbül arzumanım güllerde kaldı 
Sefinem gark oldu derya ummana 
Çıkmaz nazlı Sunam göllerde kaldı 

Bu derde düşenler bilmem n´eylerler 
Aşık olanları her dem söylerler 
Nice meclislerde vasfın eylerler 
Hayıf olsun aşkım dillerde kaldı 

Kahri bu sevdayı hem kar eyledi 
Çekti hasretini hem zar eyledi 
Ne sebepten bizden firar eyledi 
Hayıf olsun ırak ellerde kaldı 



Aşık Mahzuni Şerif 

"Dostlar beni bir kazana koydular Kırk yıl yandım daha çiğsin dediler. 
Ölçeğimi gram gram yediler Bir kantarda tartamadım ben beni"


Babamın dediği doğruysa ,anamın da dediği doğruysa 1943 yılının ocak 3´ünde Afşin´e bağlı Berçenek köyünde doğmuşum.

Köyde ilkokul yokmuş o zamanlar.Belli bir yaşa gelen çocuklar Elbistanın Alembey Köyü´nde Hacı Lütfi Efemdinin açtığı Hafız Kuran kursuna gidermiş.Yaşım,öğrenim çağına geldiğinde babamın isteği üzerine ben de Lütfi Efendinin medresesinde hafız kursuna devam etmek üzere Alembey köyüne gittim,geldim...Bizim çevremizde kocaman bir yobaz bulutu döner.Hacı Lütfi
Efendi hiç çekinmeden,canının istediği şekilde,bilmediğimiz dillerle,bilmediğimiz isimlerle fetvalar verirdi durmadan.Arapçayı o zaman öğrendim.Şimdi Arapça yazıp okuyabiliyorum. Lütfi Efendinin medresesinde üç buçuk sayfada kaldım...

Derken köye eğitmen,ardından öğretmen verildi.Devam ettiğim ilkokulu
süresinde bitirdim.

Gün oldu gönül bir şeye takıldı.O da şu:Arada sırada Afşine,Elbistana subay kıyafetiyle dolaşan genç çocuklar görürdüm.Bunlar assubay okulu öğrencileri idi.Çevrenin etkisiyle olacak,askerliğe karşı büyük ilgim vardı.Tutturdum,ille ben de assubay olacağım,diye.Bu isteğim yerine geldi.Öğrenim görmek,"subay olmak"için Mersin 3.Assubay Hazırlama Okuluna başladım.

Bu arada şunu da belirteyim:Ben daha 10-12 yaşında önlüklü bir ilkokul öğrencisi iken dayımın kızı Emine ile nişanlanmıştım,yine babamın ve akrabaların isteğiyle.

1956 yılında girdiğim Mersin Assubay Hazırlama Okulunu 1959da iftiharla bitirdim.Ordonat Tekniker sınıfına ayrılarak sınıfına ayrılarak Ankaraya Ordonat Tekniker Okuluna geldim.Bu okul şimdi benim yargılandığım okuldur;işin daha ilginç yanı,bugün yargılandığım salon benim sınıfımdı.Burada çok kısa süren bir eğitim-öğretimden sonra Sivasa gönderildim.Ekreol Tepede beş ay stajerlik yaptım.

1960´ta ihtilalde payımız oldu.Cemal Babanın emrinde biz bir grup genç silahlandırıldık.Dışkapı bölgesi bize verildi.Yıl 1960ın kasımı oldu.Bugün yargılandığım eski okulumun meydanında bana ilk Atatürk ödülü verildi.O günün hatırası olarak.Günün Ordonat Daire Başkanı Reşat Ülgenalp in imzaladığı ve gözlerimi öperek verdiği kitabı hala saklarım.

27 Mayısın verdiği ruhla olacak askerliği daha da sevmeye başladım.Başarılarım beni bir yere doğru hızla sürüklüyordu.

Gün geçti ben de "HALKÇILIK" ruhu daha ağır basmaya başladı.Bu arada dayımın kızı Emine ile evlenmiştim.Bir kızımız olmuştu.Mutlu değildim ,anamın babamın kararı ile zorla evlenmiştim.Çok sürmedi bu.İmam nikahı ile evlendiğim karımı bir mektupla boşadım.

Şimdi bağımsızdım bir ölçüde.Halçılık ruhu beni başka yerlere sürüklemeye
başlamıştı.Sazı 1955-56 yıllarında okuldayken öğrenmeye başlamıştım.Şiirler yazmağa,türküler söylemeye başladım.Buda pek uzun sürmedi.Okulu terk etmek zorunda kaldım.Ve bugün hala terk ettiğim okulun
tazminatını ödüyorum.

Yıllar yılları kovaladı.Sazımla baş başa kaldım.Ankarada oturuyordum.Saz
çalarak,şiir yazarak kendimi yetiştirmeye çalışıyordum.

Serüven serüven üzerine geldi,geçti..Yıl 1963 oldu."Doğuda Kıtlık Var"ın yazarı Halil Aytekineltanıştık.Onun aracılığı ile Fikret Otyamı bulduk...Benim ilk gazeteci dostum Fikret Otyam oldu.Yardım etti bize.Hürriyet Gazetesinden Cüneyt Arcayüreke gönderdi.Basından benim hakkımda ilk yazı Cüneyt Arcayürekin imzası ile Hürriyette çıktı.

Bu dönem TİP´in kuruluş yıllarına rastlıyordu.TİP yöneticileriyle ilişki kurduk.Bize yalnız onlar sahip çıkıyordu.Başka kimseyi tanımıyorduk,bizimle ilgilenen yoktu.

Bir Aşıklar Derneği kurmamız gerekti.Nedeni de şu idi.Türkiye de halk
ozanalrı sürekli ezilmişlik,yoksulluk içinde yaşamışlardı.Bu durumdan tamamen olmasa da kurtulmaları gerekti.Örgütlenmeleri gerekiyordu.Biz bu gerekeni yaptık.Aşıklar Derneğini kurduk.Sesimizi duyurmaya,çeşitli yerlerde konserler vermeye çalıştık.Bu çabalarımızda da başarılı olduk.Dost Fikret Otyamın ve Gazeteciler Sendikasının desteği ile konserler verdik.Zamanın turizm bakanı Nurettin Ardıçoğluna çıktık,yardım istedik.O zaman TRT doğrudan turizm bakanlığına bağlı idi.Radyodan N.Ardıçoğlunun direktifi üzerine Aşık İhsani´ye Kul Ahmede ve bana söyleme izni verildi.Sendikanın desteği ve yardımıyla konserler verdik.Bunların en
önemlisi Büyük Sinemada verdiğimiz konserdi.Büyük ilgi toplamıştı.Çabamıza
destek oldu.Ondan sonra sesimizi yavaş yavaş duyurmaya başladık.Ve bu da uzun sürmedi sonunda...Önceleri ozanların seçildiği Türk Halk Ozanları Derneğinin başına avukatlar getirimeye başladı.İlk kadersizliğimiz bu oldu.Dağıldık ondan sonra da...

Bana bir mücadele gerekiyordu.Kime ve neye karşı?Gün geçtikçe görerek,duyarak,sezinleyerek,o kuyarak bunu daha iyi anlamayabaşladım.Bütün benliğimle kendimi saza verdim.Çalıyordum,söylüyordum ama çalışmalarıma bir yöntem vermem gerekiyordu.

Geçmişteki ozanları,yaşayan ozanları bir bir inceledim.Kendime yol gösterici,eylem kılavuzu olarak seçtiğim Pir Sultan oldu.Ses olarak da etkilendiğim Davut Sulari´dir.Toprak çocuğuyuz,toprağa karşı büyük bir özlemimiz vardır.Bunu da en iyi dile getiren Veysel Baba idi.Belirli bir derecede onun da etkisinde kaldım.Sulari´den etkilendiğim sese,Aşık Veysel mülayimliğini kattım.Düşün felsefemi de yukarda belirttiğim gibi Pir Sultandan aldım...Ve şunu anladım:O güne kadar halk ozanlığı sürekli olarak istismar edilmişti.Halk şiiri geleneği gül,bülbül,çiçek,edebiyatı
ile uyutma perhizi olarak kullanılmıştı.İlk amacım bugüne kadar gelen bu kalıpları kırıp,yıkmak oldu.Olaylardan ve halk yaşamından aldığım gerçekleri konu olarak işledim.. Ve bugüne kadar böyle geldik....




Aşık Nidasız 

19. yüzyılın 2. yarısında Berta´da doğdu. Asıl adı Mehmet´tir. Yaşamına ilişkin ayrıntılı bilgi bulunmayan Aşık Nidasız´ın küçük yaşlarda aşıklık geleneğini öğrendiği ve şiir yazmaya başladığı bilinmektedir. Osmanlı-Rus Savaşı (1877-1878) döneminde Bursa´nın Soğukpınar köyüne göçtüğü, daha sonra ise sevgilisinin geldiği anlatıları ve birkaç şiiri dışında başka bilgi yoktur. Soğukpınar köyünde öldü ve orada toprağa verildi.

Bir O Yandan 
Kaşına kalem yaptırsan 
Bir o yandan bir bu yandan 
Ne olur biraz öptürsen 
Bir o yandan bir bu yandan 

Baktıkça derdim çoklanır 
Kuşağında koş yuhlanır 
Koynunda narlar saklanır 
Bir o yandan bir bu yandan 

Nidasız kalbim kesili 
Sevgilim gezer küsülü 
Elmas küpeler asılı 
Bir o yandan bir bu yandan




Aşık Perişan 

1937 yılında Artvin´in Yukarı Hod (şimdiki adı Yukarı Maden) köyünde doğdu. Asıl adı Hüseyin Mutlu´dur. Küçük yaşlardan itibaren ailesinden ve çevresinden aşıklık geleneğini öğrendi. Önce usta malı türküleri söyleyen Aşık Perişan zamanla kendi şiirlerini yazmaya başladı. Değişik zamanlarda köyünde ve başka yerlerde görüştüğü aşıklarla karşılaşmalar yaptı. İlkokul yıllarından beri şiir yazan Aşık Perişan´ın birçoğu yazıya geçmemiş yüzlerce şiiri bulunmaktadır. Özellikle doğaçlama söylediğinden dolayı, akılda kalmadığı ya da kağıda geçirilmediğinden çoğu zaman yitip gitmektedir. Toplumsal taşlamalardan sevgiye, gurbet yaşamından sıla özlemine dek birçok konuyu işleyen Aşık Perişan´ın şiirleri çeşitli dergi, gazete ve araştırmada yeraldı. Şiirlerinde toplumsal taşlamalardan sevgiye, gurbet yaşamından sıla özlemine dek birçok konuyu işlemektedir. 

Düştüm 
Deli gönlüm yükseklerden uçarken 
Kırıldı kanadım çöllere düştüm 
Ben kendi yolumdan gelip geçerken 
Felek çelme taktı bellere düştüm 

İyi günüm olmaz umudum kestim 
Bu kara bahtıma darıldım küstüm 
Yağmur ile yağdım yel ile estim 
Sürüklenip gittim sellere düştüm 

İnsanları çok severim kızamam 
Saz elimde diyar diyar gezemem 
Torba değil el ağzını büzemem 
Karadır kaderim dillere düştüm 

Gücüm yetmez oldu itip kakana 
Ne diyeyim kem göz ile bakana 
Dediler Perişan bakma arkana 
Durağım belirsiz yollara düştüm




Aşık Rufai 

19. yüzyılda Artvin´in Yukarı Hod (şimdiki adı Yukarı Maden) köyünde yaşadı. Asıl adı Yusuf´tur. Anlatılara göre Osmanlı-Rus Savaşının son yılında (1878) öldüğü sanılmaktadır. Aşıklık geleneğinin yoğun olarak varlığını hissettirdiği bir dönemde yaşayan Aşık Rufai, ayrıca gelenekleri öğrenmede dayısı Aşık Saidi´nin yardımını gördü. Her ne kadar kaynaklarda sözedilmese de dayısı Saidi´nin akranı olan Aşık Şamili´den de etkilendiği düşünülebilir. Gözleri görmediği halde topraktan çeşitli mutfak eşyaları yaparak yaşamını sürdürdü. Kuranı ezberleyerek hafız olan Aşık Rufai´nin sevgilisini kokusundan tanıdığı söylenir. 

Bil 
Eğer bir dilberden hoşlanıyorsan 
Halini hatrını sormasını bil 
Baktın dost oluben elini verdi 
Gönlüne bir saray kurmasını bil 

Kalender mert ise sevmeye değer 
Aşk denen bu maraz yakarsa meğer 
Gönlünü gönlüne bağlarsa eğer 
Derdinin dermanı olmasını bil 

Ağlasan ağlarsa gülsen gülerse 
Gönüller birleşir tek can olursa 
Üstüne titreyip gerçek severse 
Rufai onun´çün ölmesini bil 



Aşık Suzani 

1855-1918. Artvin´de doğdu. Bazı kaynaklarda ise doğum ve ölüm tarihleri 1871-1934 olarak aktarılmaktadır. Asıl adı Nimetullah´tır. Daha çok Nimet Hoca olarak bilinir. Medrese eğitimi Artvin´de gördü. Aynı dönemlerde aşıklık geleneğini de bu yaşlardan itibaren öğrenmeye başladı. Medrese eğitimi sırasında Kuranı da öğrenip hafız olduktan sonra Artvin´de imamlık ve çilingirlik yaptı. 1. Dünya Savaşı (1914-1918) döneminde Artvin´den göçerek Sivas´a yerleşen Suzani´nin yaşamı ve şiirlerine ilişkin ayrıntılı bilgi yoktur. Sivas´a göçen Artvinli Suzani ile Sivaslı Suzani (1894-1945) isim benzerliğinden dolayı bazı araştırmacılar tarafından karıştırılmaktadır. Özellikle 1931 yılında Ahmet Kudsi Tecer´in çabalarıyla gerçekleştirilen aşıklara ilişkin ilk şenlikten sonra adı duyulan Sivaslı Suzani, Artvinli Suzani´den sonra yaşadı.

Ateşlendi 
Yine mektup aldım gül yüzlü yarden 
Alıp okur iken dil ateşlendi 
Dedim cevabını yazem gönderem 
Kalemim tutuştu el ateşlendi 

Hamdülillah o yar insafa gelmiş 
Şu benim halimden anlamış bilmiş 
Bir name göndermiş yarimsin demiş 
Gönül bahçesinde gül ateşlendi 

Suzani´yim yarim görmek isterim 
Gonca güllerini dermek isterim 
Nazlı yar yanına varmak isterim 
Yar aklıma düştü yol ateşlendi 





Aşık Sümmani 

Sümmani´nin gerçek adı Hüseyin olup, babası Kasımoğulları´ndan Hasan´dır.1861 yılında Erzurum ili, Narman ilçesi, Samikale Köyü´nde doğmuştur. Kendileri bu köye Kafkaslar´ dan gelmişlerdir. Babası köyde çobanlıkla geçimini sağlamakta idi Hüseyin 10-11 yaşlarına geldiğinde, babasıyla birlikte çobanlık yapmaya başladı. Hüseyin´in genellikle danalarını otlattığı yer Ablaktaş´tır: Bir gün Şekerli Düzü´ ne hayvanlarını otlatmaya tek başına gider. Hüseyin, kendisine doğru bir atlının geldiğini görür. Atlı, Hüseyin´e selam verir ve adını öğrenmek ister. Çok aç olduğunu söyleyip ondan ekmek ister. Köylerinde nerede misafir olabileceğini sorar. Hüseyin üç arpa ekmeğinin yarısını atlıya verir. O´ nun bu cömertliği hoşuna gider ve der ki: 

-Oğul, sana bir dua öğreteyim. Bu duayı kırk gün okuyacaksın. Yalnız yüz tane taş say, cebine koy. Her okuyuşta bir taş atarsın. Duayı kırk gün okur ve son gün Ablaktaş´a gider. Babası ise Cuma namazını kılmak için köyde kalır. Ablaktaş´taki çeşmenin yanında hayvanlarını otlatmaya bırakır. O da namaz kılmaya niyetlenir. Daha önce babasıyla burada namaz kılarlarmış Namaz vaktini anlamak için de kendilerine bir taş tespit etmişler. Güneş taşa isabet ettiği zaman öğle vakti olduğunu anlarlarmış, O gün de babasıyla yaptığı gibi kendisine taşı nişan eder ve Güneş´e bakarken uykuya dalar. 

Uykusunda, çeşmenin başında kırk yeşil güvercin görür. Güvercinler birden kaybolur ve karşısında üç derviş belirir. Dervişler Hüseyin´e abdest aldırırlar ve birlikte namaza dururlar. Hatta bir dörtlüğünde der ki: 

Vardım saf saf olup durmuş divana 
Ben de el bağlayıp geçtim bir yana 
Meylimi bağladım gari sübhana 
O güzel Allah´ı gözler gözlerim........... 

Daha sonra Hüseyin´i ortalarına alıyorlar. Hüseyin bakıyor ki. dervişlerden birinin elinde bir tabla, üç dolu bardak var. Derviş, bunları Hüseyin´ in önüne getiriyor ve 

-Hüseyin, bu şerbetlerden bir tanesini iç bakalım. 

diyor. Hüseyin bardakların içindekileri şerbete benzetemiyor. Kendisini kandırdıklarını. Ona içki içireceklerini sanıyor. Ne kadar zorluyorlarsa da içmiyor Bunun üzerine birisi Hüseyin´in ellerini tutuyor. birisi de parmağını bardağa batırıp Hüseyin´in ağzına sürüyor. Tam bu esnada Hüseyin uykudan uyanıyor. Bakıyor ki, ne derviş var ne de şerbet. Fakat ağzında İnanılmaz bir lezzet hissediyor. 

- Öylece bir daha uykuya dalıyor. Uykuda yine karşısına dervişler çıkıyor Tam eline bardağı alıp içmeye hazırlanıyor ki, dervişler şôyle diyor: 

-Oğul, buna aşk badesi derler. Sevdiğin kız aşkınadır. Kızın adı Gülperi´dir. Bedahşah kentinde Şah Abbas´ın kızıdır. Sen Onun. O da senindir. Birbirinize aşık maşuk´sunuz. Dervişlerden biri Gülperi´nin cemalini gösterir. Üç bardak Hüseyin´e. üç bardak ta Gülperi ´ye verirler. Yeşil mürekkeple yazılı bir kitap okuturlar. 

Üç harf okuttular yeşil yapraktan 
Okudum harfini noktasın tek tek..... 

Hüseyin uykudan uyanır ki, ne Gülperi Han var ne de dervişler. Danaları da göremeyince köyün yolunu tutar. Köye varmaya yakın bir atlıyla karşılaşır, 

-Hüseyin, korkma oğlum, sen ereceğine erdin. Bundan sonra senin mahlasın Sümman, dünyada kavuşmak senin için haram, der. Sümmani, anlam olarak ´Sonuncu, sona ait´ demektir. 

Hüseyin köye varınca annesini, . babasını uyandırır. Babası da ertesi sabah. köylülere, çobanlığı bıraktıklarını söyler. Aradan otuz kırk gün geçer, günler geçtikçe aşkı da ziyadeleşir. Herkes. Onun hastalandığını, cin´e; peri´ye karıştığını sanır. O zamanlar sıra geceleri düzenlenirmiş. Bir akşam babasına yalvarır. gecelere katılmak İstediğini söyler. Babası da dayanamayıp ***ürür. Sıra Sümmani´ye gelince. bazı kimseler, O´nun çocuk olduğunu söyleyerek atlamak İsterler. Köylülerin teklifini kabul etmeyerek, türkü söylemek istediğini belirtir ve söze başlar.






Aşık Şirini 

Artvin´in Aşağı Hod (şimdiki adı Aşağı Maden) köyünde doğdu. Hakkında ayrıntılı bir bilgi bulunmayana Şirini´nin 18. yüzyılın 2. yarısında yaşadığı tahmin edilmektedir. Bunun dışında yaşamıyla ilgili ayrıntılı bilgi yoktur. Herhangi bir eğitim alıp almadığı, ustasının ya da çırağının olup olmadığına ilişkin hiçbir veri günümüze ulaşmamıştır. Artvin´in bilinen en eski şaz şairlerindendir olan Aşık Şirini´nin eldeki birkaç şiiri dışında kaynaklara aktarılmış herhangi bir şiiri/türküsü bulunmamaktadır.

Geçti 
Bir nazen-i canan bir selvi boylum 
Arz edip yanımdan geldi de geçti 
Her haçan gören de verdi velvele 
Beni yaman derde saldı da geçti 

Kendisi tirindaz güzeldir huyu 
Ya huridir ya da melektir soyu 
Kaşların karası gözlerin nuru 
Belimi burkumu deldi de geçti 

Der Şirini sultan idi han idi 
Kuluna aşnalık verdi tanıdı 
Bilmem bugün ne mübarek gün idi 
Bir dilber yüzüme güldü de geçti






Aşık Zevraki 

1922 yılında Kelkit’in Gelinpetek köyünde doğdu. Asıl adı Akif Timurhan’dır. Ailesinin tek çocuğu olmasına karşın bir devlet memuruna evlatlık olarak verildi. Küçük yaşlarda halk şiirine ilgi duydu. Yine çok küçükken resim yapmaya başladı. Bağlama ve kaval çalmayı da ilk gençliğinde öğrendi.

İlk gençliğinde gördüğü bir rüyadan sonra şiire olan ilgisi daha da arttı. İlk şiirlerinde kendini adını kullandı. Daha sonra değişik aşıklarca çeşitli mahlas önerileri yapılmasına karşın, tahta, kayık anlamına gelen Zevraki mahlasını seçti.

Farsça ve Arapça tamlamaları da günümüzün diline ustaca aktarabilen Aşık Zevraki’nin yüzlerce şiiri bulunmaktadır. Bu şiirlerin bazıları değişik sanatçılar tarafından bestelendi.

Kuzeydoğu Anadolu aşıklık geleneğini kendine özgü bir biçimde yorumlayıp bugüne taşıyan Aşık Zevraki’nin şiirleri birçok dergi, gazete ve araştırmada yeraldı.

Bektaşi felsefesini kendine ilke edinen Aşık Zevraki, sevgiden toplumsal taşlamalara, tasavvuftan doğaya ilişkin her konuyu şiirlerinde işlemektedir.

Aşık Zevraki’nin, yüzlerce sayfalık elyazmalarında şiir ve çeşitli konulardaki düşüncelerini aktardığı divanını kendi yaptığı resimlerle renklendirmektedir.







Dadaloğlu 

Dadaloğlunun doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bir bilgi olmamakla beraber eldeki kaynaklardan 1785-1868 olarak belirlenmiştir.

Yani Dadaloğlu’nun 18.yy’ın son çeyreğinde doğup 19.yy’ın ortalarında öldüğü bilinmektedir. Güney illerinde dolaşan Türkmen topluluklarının Avşar boyundandır.

Yaşamı hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız Dadaloğlu’nun şiirleri yazılı kaynaklar aracılığıyla değil sözlü gelenek sayesinde bugüne ulaşmıştır.

Kalktı göç eyledi Avşar illeri 

Ağır ağır giden eller bizimdir

Arap atlar yakın eder ırağı 

Yüce dağdan aşan yollar bizimdir

Belimizde kılıcımız Kirmani 

Taşı deler mızrağımın temreni 

Hakkımızda devlet etmiş fermanı

Ferman padişahın dağlar bizimdir

Dadaloğlu yarın kavga kurulur

Öter tüfek davlumbazlar vurulur

Nice Koçyiğitler yere serilir

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir

Avşar içinde ben güzel gördüm

Kozar arasından çeker göçünü 

Kınalamış ayağını başını 

Sırma ile örmüş sümbül saçını

Her sabah her sabah kendini över 

Altın saç bağları topuğu döver

Sâde kaşı ile gözleri değer 

Acem ülkesinin tâc-ı tahtını

Dadaloğlu al yanağın gülünden 

Misk kokuyor saçlarının telinden 

İnce belli nazlı yarin dilinden 

Birkaç sene bekleyelim Hacın’ı





Ercişli Emrah 

XVII.yy’ın ilk yarısında yaşadığı sanılan Ercişli Emrah, Erciş kalesine bağlı bir Karakoyunlu köyü olan Ergans’ta doğmuştur. Erciş kalesinin başı Miroğlu’nun sazcısı Âşık Ahmet’in oğludur.

Genç yaşta Miroğlu’nun kızı Selvihan’a âşık olarak sevgilisinin ardından İran ve Azerbaycan’ın batı kesimlerini gezmiş, gördüklerini duru bir Türkçeyle anlatmıştır.

Bugün ben bir güzel gördüm 

Bakar cennet sarayından 

Kamaştı gözümün nuru

Onun hüsnü cemalinden 

Salındı bahçeye girdi

Çiçekler selama durdu

Mor menekşe boyun burdu

Gül kızardı hicabından

Bahçenin kapısın açtım

Sanırsın cennete düştüm

Yar ile tenha konuştum

Bir gül aldım yanağından

Bahçenin kapısı güldür

Yanında öten bülbüldür

Sefil Emrah kötü kuldur

Bağışla geç günahından








Gufrani 

Karaman´a bağlı Başkışla köyünde 1864 yılında dünyaya gelen Gufrani´nin asıl adı Durmuş Ali´dir. Babası köyün ağalarından, Ferhat oğullarından Mehmet Ali Ağa´dır. İlkokul tahsilini , köyündeki "Sıbyan Mektebi´nde" yapmıştır. Daha sonra Karaman´a gelerek; bugünkü Kale İlkokulu´nun bulunduğu yerdeki Hacı İshak Medresesi´ne devam eder. Bir müddet bu medresede tahsil gördükten sonra, eline bir saz alır; sazla birlikte, Gufrani mahlası ile şiirler söylemeye başlar. İbn-ül Emin M.Kemal "Son Asır Türk Şairleri" adlı eserinde, Gufrani hakkında "Nükte ile Hicvi birleştirmiş zeki bir edası vardır. Son zamanlarda yetişen saz şairlerimizden en olgunu olarak gösterilebilir" demektedir.

Hayatında dört defa evlenmiş olan Gufrani, ömrünü Karaman merkez Koçakdede mahelle-sinde geçirmiştir. Gösterişten hoşlanmayan, sakin ve çekingen tabiatlı olan Gufrani´nin şiirleri, çeşitli nedenlerle tam olarak ortaya cıkarılamamıştır.Araştırmacı yazar D.Ali GÜLCAN "Karamanlı Halk Ozanlarından Gufrani ve Kenzi" adlı eserinde Gufrani´nin şiirlerini derlemiş, bir kitap haline getirmiştir.Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof .Dr.Saim Sa-kaoğlu Gufrani ile ilgili yeni bir eser hazırlamıştır. Gufrani, 62 yaşında iken 1926 yılında vefat etmiştir.







Karacaoğlan 

Karacaoğlan Türk halk şairi. Etkileyici bir dil ve duygu evreni kurduğu şiirleriyle Türk halk şiiri geleneğindeçığır açmıştır.1606´ doğduğu, 1679´da ya da 1689´da öldüğü sanılmaktadır. Yaşamı üstüne kesin bilgi yoktur.

Bugüne değin yapılan inceleme ve araştırmalara göre 17.yy´da yaşamıştır. Nereli olduğu üstünedeğişik görüşler öne sürülmüştür.Bazıları Kozan Dağı yakınındaki Bahçeilçesinin Varsak (Farsak) köyünde doğduğunu söylerler.Gaziantep´inBarak Türkmenleri de, Kilis´in Musabeyli bucağındayaşayan Çavuşlu Türkmenleri de onu kendi aşiretlerindensayarlar. Bir başka söylentiye göre Kozan´a bağlıFeke ilçesinin Gökçe köyündendir. BatıAnadolu´da yaşayan Karakeçili aşireti onu kendinden sayar.Mersin´in Silifke, Mut, Gülnar ilçelerinin köylerinde, oyöreden olduğuileri sürülür. Bir menkıbeyegöre de Belgradlı olduğu söylenir. Bu kaynaklardan veşiirlerinden edinilen bilgilerden çıkarılan, onunÇukurova´da doğup, yörenin Türkmen aşiretleriarasında yaşadığıdır.

Adı bazı kaynaklarda Simayil, kendi şiirlerinden bazısında ise Halil ve Hasan olarak geçer. Akşehirli Hoca Hamdi Efendi´nin anılarına göre Karacaoğlan yetim büyüdü. Çirkin bir kızla evlendirilmek, babası gibi ömür boyu askere alınmak korkusu ve o sıralarda Çukurova´da derebeyi olan Kazanoğulları ile arasının açılması sonucu genç yaşta gurbete çıktı. İki kız kardeşini de yanında ***ürdüğünü, Bursa´ya, hatta İstanbul´a gittiğini belirten şiirleri vardır. Yine bu şiirlerinden anlaşıldığına göre, Bursa´da ev bark sahibi oldu, evlat acısı gördü.Anadolu´nun çeşitli illerini gezdiği, Rumeli´ye geçtiği,Mısır ve Trablus´a gittiği de sanılıyor.Yaşamının büyük bir bölümünüÇukurova, Maraş, Gaziantep yörelerinde geçirdi.

Doğum yeri gibi, ölüm yeri de kesin olarak bilinmemektedir. Şiirlerinden, çok uzun yaşadığı anlaşılmaktadır. Hoca Hamdi Efendi´nin anılarına göre Maraş´takiCezel Yaylası´nda doksan altı yaşında ölmüştür. En son bulgulara göre ise mezarının İçel´in Mut ilçesinin Çukur köyündeki Karacaoğlan Tepesi denilen yerde olduğu sanılmaktadır.

Karacaoğlan Osmanlı Devleti´nin iktisadi bunalımlar veiç karışıklıklar içinde bulunduğubir çağda yaşamıştır. Şiirininkaynağını, doğup büyüdüğü göçebetoplumunun gelenekleri ve içinde yaşadığı,yurt edindiği doğa oluşturur. Güneydoğu Anadolu, Çukurova,Toroslar veGavurdağları yörelerinde yaşayan Türkmenaşiretlerininyaşayış, duyuş ve düşünüşözellikleri, onun kişiliği ile birleşerek âşıkedebiyatına yepyeni bir söyleyiş getirir. Anadolu halkının17.yy´da çektiği acılar, göçebe yaşantısının yoklukları, çileleri, çaresizlikleri, şiirinde yer almaz.

Şiirlerindeki insana dönüklüğünün özünde belirgin olan tema doğa ve aşktır. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi, ölüm ise şiirinin bu bütünselliği içinde beliren başka temalardır. Duygulanışlarını gerçekçi biçimde dile getirir. Düşündüklerini açık, anlaşılır bir dille ortaya koyar. Acı, ayrılık, ölüm temalarını işlediği şiirlerinde de bu özelliği göze çarpar. Düşten çok gerçeğe yaslanır. Çıkış noktası yaşanmışlıktır. Ona göre, kişi yaşadığı sürece yaşamdan alabileceklerini almalı, gönlünü dilediğince eğlendirmelidir. Yaşama sevincinin kaynağı güzele, sevgiliye ve doğaya olan tutkunluğudur. Güzelleri, yiğitleri över, dert ortağı bildiği dağlara seslenir. Lirik söyleyişinin özünde, halkının duyuş ve düşünüşözellikleri görülür.

Göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan doğa, onun şirinin başlıca temalarından biridir. Yaşadığı, gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir biçimde dile getirir. Dost, kardeş bildiği, sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe yaşadığı bu doğa, onun için sadece bir mekan olmaktan ötedir. Şiirinin başka önemli bir teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Onunla yaşanan sevinç, onun getirdiği acı doğa ile paylaşılır. Sevgili, şiirinde doğanın ayrılmaz bir parçasıdır.

Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşü özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de, ayrılık ve yoksullukla eş tuttuğu bir derttir.

Doğa temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını oluşturan aşk/sevgili kavramını, âşık şiirinin geleneksel kalıpları dışında bir söyleyişle ele alır. Onun için sevgili, düşlenen, bin bir hayal ile var edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir varlık değildir; doğa ve insan ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu ilişkilerden soyutlamadan verir.

İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Anşa, Zeynep, Hürü, Döndü, Döne, Esma, Emine, Hatice...Karacaoğlan bunların kimine bir pınar başında su doldururken, kimine helkeleri omuzunda suya giderken, kimine de yayık yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur. Gönlü bir güzel ile eylenmez, bir kişiye bağlanmaz. Uçarılık, onun duygu dünyasının şiirsel söyleyişine yansıyan en belirgin yanıdır. Erotizm, şiirine sevmek ve sevişmek olgusuyla yansır. Kanlı-canlı sevgili, cinsellik motifleriyle daha da belirginleşir, şiirinde etkileyici bir biçimde yer eder. Onun sevgiye ve kadına bakış açısı, âşık şiirine yenilik getirir ve bu gelenek içinde etkileyici bir özellik taşır. Tanrı kavramı ve din teması şiirinde önemlice bir yer tutmasa bile, bu konudaki yaklaşımıyla da kendi şiir geleneğine yine değişik bir bakış açısı getirmiş ve sonraki kuşaklar üzerinde etkileyici yönlendirici olmuştur.

Karacaoğlan yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve ölçü bakımından Divan Edebiyatı´nın etkisinden uzak kalmıştır. Güneydoğu Anadolu insanının o çağdaki günlük konuşma diliyle yazmıştır. Kullandığı Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısı azdır. Yöresel sözcükleri ise yoğun bir biçimde kullanır. Deyimler ve benzetmelerle halk şiirinde kendine özgü bir şiir evreni kurmuştur. Bu da onun şiirine ayrı bir renk katar. Bu sözcüklerin bir çoğunu halk dilinde yaşayan biçimiyle, söylenişlerini bozarak ya da anlamlarını değiştirerek kullanır.

Karacaoğlan, halk şiirinin geleneksel yarım uyak düzenini ve yer yer de redifi kullanmıştır. Hece ölçüsünün 11´li (6+5) ve 8´li (4+4) kalıplarıyla yazmıştır. Bazı şiirlerinde ölçü uygunluğunu sağlamak için hece düşmelerine başvurduğu da görülür. Mecaz ve mazmûnlara çokca başvurması, söyleyişini etkili kılan önemli öğelerdir.

Şiirsel söyleyişinin önemli bir özelliği de, halk şiiri türü olan mani söylemeye yakın oluşudur. Koşmalar, semailer, varsağılar ve türküler şiirleri arasında önemlice yer tutar. Bunların her birinde açık, anlaşılır bir biçimde, içli ve özlü bir söyleyiş birliği kurmuştur.

Pir Sultan Abdal, Âşık Garip, Köroğlu, Öksüz Dede, Kul Mehmet´ten etkilenmiş, şiirleriyle Âşık Ömer, Âşık Hasan, Âşık İsmail, Katibî, Kuloğlu, Gevheri gibi çağdaşı şairleri olduğu kadar 18.yy ve şairlerinden Dadaloğlu, Gündeşlioğlu, Beyoğlu, Deliboran´ı, 19.yy şairlerinden de Bayburtlu Zihni, Dertli, Seyranî, Zileli Talibî, Ruhsatî, Şem´î ve Yeşilabdal´ı etkilemiştir. Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet dönemlerinde, halk edebiyatı geleneğinden yararlanan şairlerden R.T. Bölükbaşı, F.N. Çamlıbel, K.B. Çağlar, A.K. Tecer ve C. Külebi, Karacaoğlan´dan esinlenmişlerdir.

Şiirleri 1920´den beri araştırılan, derlenip yayımlanan Karacaoğlan´ın bugüne değin, yazılı kaynaklara beş yüzün üzerinde şiiri geçmiştir.







Köroğlu 

(XVI. Yy.)
Köroğlu adına ilişkin ilk bilgiler, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesine dayanmaktadır. Seyahatnameye göre Yeniçeri Ocağında çöğür çalıp söylemekle ün yapmış Köroğlu adlı bir ozan karşımıza çıkıyor, bir de dağlara yol kesmiş Köroğlu.

XVI. yy’da yaşadığı kabul edilen Köroğlu eşitliği, adaleti, ezilenlerden yana olan kişiliğiyle destansı bir kahraman olarak kabul edilmektedir.

Benden selam olsun Bolu Beyine 

Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır

At kişnemesinden kargı sesinden 

Dağlar seda verip seslenmelidir

Düşman geldi tabur tabur dizildi

Alnımıza kara yazı yazıldı

Tüfek icad oldu mertlik bozuldu

Eğri kılıç kında paslanmalıdır

Köroğlu düşer mi eski şanından 

Ayırır çoğunu er meydanından 

Kırat köpüğünden düşman kanından 

Çevre dolup şalvar ıslanmalıdır

----

Kimisi pınar başında 

Kimisi yolun dışında 

Al giyen onbeş yaşında 

İlle mavili mavili

Kimisi dağlarda gezer

Kimisi incisin dizer

Al giyen bağrımı ezer

İlle mavili mavili

Kimisi odun devşirir 

Kimisi kahvesini pişirir

Al giyen aklım şaşırır

İlle mavili mavili

Köroğluyum derki’n olacak

Takdir yerini bulacak

Mavili benim olacak 

İlle mavili mavili








Muharrem Ertaş 

1913 yılında Yağmurlubüyükoba Köyü´nde doğdu. Annesi Ayşe Hanım, babası zurnacı Kara Ahmet´tir. Anadolu´nun bir çok yerinde profesyonel müzisyen olarak karşımıza çıkan Abdal Aşiretlerinin Orta Anadolu´daki en büyük koluna bağlı olan Muharrem Ertaş´ın ataları Ala Kilise´lidir. Abdalların göçer bir aşiret olmalarından ötürü daha sonraları Kırşehir havalisine yerleşmişlerdir.

Ertaş´ın ilk ustaları dayısı Bulduk Usta ve Yusuf Ustadır. Küçük yaşlardan itibaren eline aldığı sazı ile köy köy dolaşır Muharrem Ertaş. Bazen sünnetçilerle, "düğün çalmaya" gider; bazen köy odasındaki muhabbetlere katılır sazıyla ve sesiyle...Her ne kadar "bozlak ustası" diye ün yaptıysa da, Orta Anadolu´nun yöresel melodilerini de repertuarında bulundurur. Özellikle çalıp söylediği halaylar şaheser niteliğindedir. 
Muharrem Usta´nın avazı açık havaların ve meydanların sazları davul-zurna ile yarış edecek kadar gür ve yüksektir. Sazından çıkan pırıl pırıl nağmeler ve sesinin tınısı coşkulu akan bir çağlayan gibidir. Aşiretinden aldığı yeteneği kendi kişiliğinde bütünleştirerek bir deha haline gelmiştir Muharrem Usta... 1984 yılında yaşama veda ettiğinde bizlere türkülerini ve o hoş avazını bıraktı. Ruhu şad olsun... 







Neşet Ertaş 

"Gönül Dağı yağmur yağmur boran olunca
Akar can özümde sel gizli gizli 
Bir tenhada can cananı bulunca 
Sinemi yaralar dil gizli gizli"


Kimdir Neşet Ertaş? Sarısözen´in tabiri ile bir zamanlar sadece ve sadece "Kırşehirli Mahalli Sanatçı" olarak bilinen Neşet Ertaş´ı binlerce, hatta milyonlarca saz çalıp türkü söyleyen diğerlerinden ayıran nedir? Onun sazımn ve sesinin insanı büyüleyen sırrı nereden gelmektedir? Neredeyse yarım asra varan bir süreden beri gerçek anlamda gönül telimizi titreten, ruhumuzu ürperten bu esrarlı sesin, sazın ve yorumun arka planında neler ve kimler vardır?

Sazı gümbür gümbür ses veren, adeta davula eşlik edercesine sazının göğsünde pençesiyle sesler çıkaran, hep samimi ve kendi halinde yüreğinin acılarını ve kendi iç gurbetlerini seslendiren; hiç bir medyatik tutumu olmayan, kalabalıklardan ve şöhretten adeta köşe bucak kaçarak pek ortalıklarda görünmeyen; mezhep, parti ve etnik kimlik çağnsımlanna pirim vermeyen, sazından, sözünden ve sesinden gayri hiç bir şeyden medet ummayan bu "Garip" insanı tanımak kadar tanımlamak da gerçekten zor.

Ayaklarının altındaki toprağın renginden, kokusundan haberdar olan,bastıkları yeri az çok tanıyan, yürekleri hep türkülerle birlikte atanlar için Neşet Ertaş, belki de tam bir "yaşayan efsane"; meçhul, uzak, esatiri ve sırlarla dolu...

Neşet Ertaş´ın bir iki cümlede özetlenebilecek resmi biyografisi bize belki sadece ipuçları verebilir. Onun "1938 yılında Kırtıllar Köyü´nde Döne´den doğma Muharrem Ertaş´ın oğlu" olduğunu; Kırşehir, Yozgat ve Keskin´in çeşitli köylerinde geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarının ardından, 15 yaşında çıktığı gurbet hayatinin hala devam etmekte olduğunu bilmenin fazla bir anlamı olmayabilir. Neşet Ertaş´ı tanımak, asıl onun ruh ve gönül macerasım bilmeyi gerektirir ki burada hemen karşımıza, Neşet Ertaş´la en rafine üslubuna kavuşan Orta Anadolu Abdal Müziği geleneğinin gelmiş geçmiş en büyük ustalanndan olan babası Muharrem Ertas karşımıza çıkar.

İşte Neşet Ertaş, babası Muharrem Usta ile adeta Anadolu´daki en olgun seviyesine erişen bu Türkmen/Abdal müzik birikiminin yeni bir yorumcusudur. Yoğun yöresel özellikleri ve baskın mahallilik unsurları ile donanmış bu müziği yöresinin dışına çıkarmış, ülke genelinde ve hatta yurt dışında bilinmesini ve tanınmasım sağlamıştır. 

1960´lardan itibaren binlerce yıllık sazımız bağlama ile birlikte anılan;sadece geniş halk kesimlerinde değil, ciddi musiki çevreleninin ve gerçek türkü dostlarının da gündeminden hiç düşmeyen Neşet Ertaş´ı farklı bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor- Çünkü o aslında bir anlamda tam bir yöre sanatçısı olmasına rağmen yaygın şöhreti ve söylediği türkülerin popülaritesi ile ülke genelinde tanınan biri olarak, hem babası Muharrem Ertaş´tan, hem de bu geleneğin diğer usta isimleri olan Hacı Taşan ve Çekiç Ali´den de ayrılır. Bir başka söyleyişle onun sanatı için, başta Muharrem Usta olmak üzere. Hacı Taşan, Çekiç Ali ve Abdal/Türkmen Müziği geleneğinin çeşitli yörelerde farklı tavır ve üsluplarda karşımıza çıkan diğer ustaları da dahil olmak üzere hepsinin üst seviyede bir sentezi ve esrarlı bir bileşkesi denilebilir.

Neşet Ertaş´ın sanatı hayatı ile hayatı sanatı i1e o kadar içice ki, çalıp çığırdığı türkü ve bozlaklarında bütün bir hayat hikayesini bulmak mümkün olduğu gibi, hayatına yakından baktığımızda da o içli türkülerin, acılı bozlakların nelerden nasıl doğduğunun ipuçlarını elde ederiz hemen. Onun yokluk, yoksulluk ve acılarla dolu hayatım "Garip" mahlasıyla yazdığı koşma tarzında usta işi şiirlerle anlattığı ozan yönünü yıllarca kimse farketmedi bile. Babasından tevarüs ettiği geleneksel ve anonim türkülerin, bozlakların dışında, sözleri kendisine ait türküler, bozlaklar söylediğini de farkeden olmadı yıllarca. Sözü ve müziği ile, anonim türkülerdeki erişilmez sadeliği ve estetik seviyeyi yakalayan sayısız türkünün, bozlağın altına attığı mütevazı imzasını kimselere söylemedi bile.

Neşet Ertaş o büyük yaratıcı yeteneği ile okuduğu her eseri yeni baştan öyle bir yorumlar, ona öyle bir ruh ve hava verir ki, adeta yeni bir beste ile karşı karşıya olduğunuzu dahi sanabilirsiniz. Bu durumu, yeteneği, kültürü ve birikimi oldukça sınırlı sığ ve sıradan sanatçıların yorum adına yaptıkları "dejenerasyon" ile karıştırmamak gerekir. Çünkü Neşet Ertaş kendisine ait olmayan bir türküyü bi1e öyle bir okur ve yorumlar ki, o türkü o şekliyle yıllar öncesine ait bir Neşet Ertaş türküsü gibidir artık.

Olağanüstü denilebilecek yeteneği, geleneğe hakimiyeti, gelenekten kopmadan yeniye bağlılığı, yeni zamanların modern zevk ve eğilimlerini gözeten diri ve uyanık tecessüsü ile Neşet Ertaş, hep gündemde kalmış bir sanatçıdır. O, ismi bağlama ile özdeşmiş ve adeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustası... Türküyü bağlamaya, bağlamayı türküye bu kadar yakınlaştıran ve yaklaştıran, adeta birbirlerinin içinde -kendisi ile birlikte- eritip yok eden ikinci bir sanatçı bulmak öyle sanıldığı kadar kolay olmasa gerek.

Neşet Ertaş´ın sanatı; müziğin özünü, ruhunu kavrayan birinin, hiç bir yapmacıklığa tevessül etmeden, olduğu gibi kendini, kendi özünü ve hissettiklerini saza, söze dökmesidir.







Sefil Heyrani 

1890-1958. Artvin´in Yukarı Hod (şimdiki adı Yukarı Maden) köyünde doğdu. Asıl adı Muhammet Işıkdemir´dir. Bazı kaynaklarda doğum tarihi 1898 olarak aktarılmaktadır. Ancak kesin bir bilgi bulunmamasına karşın 1. Dünya Savaşı (1914-1918) dönemindeki seferberlik dolayısıyla Beyşehir´e göçtüklerinde yaklaşık 20 yaşlarında olduğuna göre doğum yılı 1880´lerin sonları doğru olmalı. Aşıklık geleneğini küçük yaşlardan itibaren öğrendi. Bağlama çalmasını bilmemesine karşın, yörede sesinin güzelliği ile tanındı. Döneminde birçok aşıkla tanışıp dostluk kurdu ve onlarla deyişmelerde bulundu. Ancak bu örnekler yazıya geçirilmeden zamanla yitip gitti. Ayrıca oğullarıyla da deyişmeleri oldu. Asıl mesleği demircilik olan Sefil Heyrani, deyişlerini genellikle doğaçlama söyledi. Kendi türküleri dışında Hodlu Şamili´den Aşık Sümmani´ye dek birçok aşığın türkülerini de söyledi ve sonraki kuşaklara taşınmasına yardımcı oldu.

Değil mi 
Düşün gönül cihan bendigahını 
Bir yandan alışıp yanan değil mi 
Türaptan halkolmuş ol ben-i Adem 
Bu çark-ı dünyaya konan değil mi 

Lain şeytan ilmi binadan almış 
Kendin kibirlenmiş kenara kalmış 
Cennetten el çekip dünyaya gelmiş 
Yolundan ayrılıp kanan değil mi 

Kibirle Ademe secde etmedi 
Hakkın buyurduğu yolda gitmedi 
Cenabı mevlanın emrin tutmadı 
Yoldan ayrı düşüp kalan değil mi 

Heyran bu sözünde nihayet verdi 
Tavus kuşu anda nur ile durdu 
Yılanın ağzına o şeytan girdi 
Cennete getiren yılan değil mi






Seyrani 

Kayseri ilinin Develi (eski Everek) ilçesi imamı Cafer Ağa’nın oğludur. 

Divan geleneğine uymaya çalışarak aruzla ve ağdalı bir dille şiirler yazmıştır. Asıl başarısını âşık geleneğine bağlı şiirlerinde göstermiştir. Güzelleme ve taşlama türünde oldukça başarılı örnekler vermiştir.

Gönül senden geçer yardan geçemez

Bağlanmış ikrara kavi özlüyüm

Her sözüm dinleyen özüm seçemez

Sırat köprüsünden ince sözlüyüm

Benim sözüm çürük değil sağ gibi

Çürük sözler erir akar yağ gibi

Üzerinden kervan geçer dağ gibi

Yokuşluyum sanma beni düzlüyüm 

Yolcu ateş yakmak ile yol almaz

Erenlerin dokunduğu çul yanmaz

Cehennemde günah yanar kul yanmaz

Ben günahtan sürmelenmiş gözlüyüm

Seyrani aradım onu her yerde 

Aşk-ı hakikatla düştüm bu derde

Tuttum günahımdan yüzüme perde

Rabbim divanında kara yüzlüyüm

Ateş vapurunu icat eyleyen 

Yelken açıp yel kadrini ne bilsin

Süleyman dır kuş dilini söyleyen

Her Süleyman dil kadrini ne bilsin

Hayvanlarda bir kaç çeşit fıkralar

Kimi düzen aşar kimi yorgalar

Gübreliğe inip kokan kargalar

Has bahçede gül kadrini ne bilsin

Seyrani babanın beli büküldü 

Ağzının içinde dili döküldü

Davud nebi haddesinden çekildi

Saz çalmayan tel kadrini ne bilsin






Şah Turna 

‘Öteler’ ötesinden Figan çığlık sesinden
Koparıp alınmasın Çocuklar Annesinden!... 


Halk Sanatının ve Ozanlığın büyük öncülerinden Ozan ŞAHTURNA 1950 Sivas Gürün´de doğdu. 10 yaşlarında saz çalıp, türkü-deyişler okudu. 15 yaşında kendi yapıtı ilk plağıyla büyük üne kavuştu. Konser turneleri, kasetler, plaklar, uzunçalar, long playler ve günümüz evriminde CD’ler dizileri birbirini takip etti. Yurdun dört bir yanını adım-adım dolaştı. Işık saçan engin sanat ve kültür çalışmaları ile milyonların gönlünde yer etti. Birçok uluslararası seçkin meslektaşlarıyla, aydınlarla dünyanın birçok ülkelerinde konserlere çıktı. Üniversitelerde konferanslar, resitaller verdi.... Yurt içi ve tüm Avrupa çapında TV-Radyo programları yaptı. Felsefi duygu yüklü yapıtlarının yanısıra, sosyal-toplumsal, sevda-umut dolu eserlerini güçlü şiirleri, kendine özgün yanık sesiyle icra eden büyük Halk Ozanı ŞAHTURNA gerek güçlü yapıtları, gerekse de toplumsal duyarlılığı, büyük mücadeleleri, başeğmez, onurlu sanatçı-duruşu ile çağından-ülkesinden sorumlu seçkin kişiliğe haizdir. 

Yapıtları hem içerik, hem de dokusu melodik yapısı ile çok yönlü, renkli Çiçek Bahçesi gibidir. Uzun yıllar ağır bedellerini ödediği İNSANLIK-DOSTLUK-SEVDA-PAYLAŞIM Dünyası’nın öncü sanatçı-ozanlarından ŞahTurna çok ağır baskılara ve zor koşullara rağmen nakış-nakış işlediği yüzlerce yapıta (ki birçok eseri başka ünlü sanatçılar tarafından da seslendirildi), kaset-plaklara, şiirlere imza attı. ’Seçkin yapıtları’ Üniversite, TV-Arşivlerine geçti. Uluslararası dillere çevrildi. Yayımlandı. Birçok bilim adamı, yazarlar araştırmacılar yüzlerce makale, röpörtaj ve araştırma dizileri yaptılar. Doktora tezlerine konu oldu. Ozan ŞahTurna ’Dünya çapında birçok aydın yazar, sanat ve kültür erbabı ile yakın çalışma ve dostluk yaşamları ile apayrı özellik ve güzelliklerle bezenmiştir... 

Sadece sanatçı-şairlikle sınırlı kalmayan ünlü üstat, İnsan Hakları-Demokrasi alanında da apayrı konuma sahiptir. Avrupa’da da hak ihlallerine ve anti-demokratik uygulamalara karşın büyük çıkışları ve eğlemlilikleri ile tavır alarak, büyük mücadelelere öncülük yaparak tek yönlü, dar kalıba sığmadı. Sözü ‘Öz’e dökerek’ sentezi yakalayan, gelecek çağlara ışık tutan fikir ve eylem üreticisi de oldu aynı zamanda. Hem de baskı-zulüm işkenceler, hapisler pahasına ağır bedellerini de ödeyerek... 

Işıktan ürken yarasalar, onun ışık saçan-aydınlatan yapıtlarından-mücadelelerinden ürktüler, önüne engeller çıkardılar. Ama yılmaz azmi, ürettikleri yapıtları ve yürekli-onurlu duruşuyla ağır engelleri aşmasını bildi!... Ünlü Üstat Ozan ŞAHTURNA, Yunus gibi Sevi’nin, Pir Sultan gibi haykırışın, Ferhat gibi aşkın, Nazım gibi ovaların, Ahmet Arif misali dağların, B. Brecht vari zulmün karanlığın da yolunu kaybetmemenin, Köroğlu gibi yiğitliğin-haykırışın timsali olmuştur hep... 

‘Yaşanası bir memleket ve Dünya mücadelesi´ndeki seçkin yeri ile tarihin solmaz sayfalarında kalıcılaşmıştır... Yaşamını tanınmış Sanatçı ve Yazar ŞİAR CAN’ la birleştirdi. ŞAFAK ve ŞİRİN adlarındaki kız çocukları da çok başarılı sanatçı ve şairdirler. Birçok ‘Uluslararası’ başarılara beraber imza attılar. Ayrıca, Can Yayınlarında yayımlanan ‘ŞAKIYAN TURNA-ŞAHTURNA’ kitabı ile edebiyat dünyasında da yerini aldı. 30 dan fazla müzik albümleri, CD-ler, 50’nin üstünde plak ve uzunçaları yayımlandı. Şiirleri ve Sosyal-kültürel makaleleri birçok dergi ve kitaplarda yer aldı. Geniş çaplı röpörtajları yayınlandı. Klipleri, konserleri, müzik albümleri ve kitapları ile yüreklere, ereklere su serpiyor... 

Birçok Kültür-Sanat ödüllerinin yanısıra, ’Uluslararası Dostluk-Barış ve Özğürlük’ ödülüne de layik görüldü. 1000´ i aşkın çok yönlü yapıtlarını ve yılmayan insanlık mücadelelerini içeren belgesel filmi projesi de yönetmen ve araştırmacıların çalışmaları arasındadır. Yurt içi ve Uluslararası Sanat-Kültür ve Diplomasi organizasyonları aktiviteleri yoğunluklu olarak sürmektedir. 

Büyük sanatçılığına ve yürekli mücadelesine ithafen, birçok ünlü aydın-sanatçı ve yazarlarca adına Kurulan ŞAHTURNA KÜLTÜR ve SANATEVİ’ nin (Kultur- und Kunsthaus e.V.) Onursal Başkanlığını sürdürmektedir. Türkiye’ de ve Avrupa’ da birçok kültür-sanat kurumunun, edebiyat oluşumlarının Onur Üyesi, kurucusu-üyesidir. Ayrıca, Almanya Sanatçılar ve Yazarlar Birliğine üyedir. Birçok yayınevlerinde yeni formasyonda şiirleri, güncel makaleleri yayına hazırlanıyor. 

En son, ‘Gün Güneşle Kucaklaşak’-´Çocuklar Çiçektir´ Müzik albümleri ve şiirleri Türkiye ve Avrupa’ da yayına girdi. Sesini duyuramayan birçok sanat ve yazın üretenlerine, şiir ve kültür dostlarına kurumu ve organizasyonları aracılığı ile (olanakları ölçüsünde) pencereler açarak, ışıltılarını geniş diyarlara, dağlar ötesine taşıyarak toplumsal, sosyal ve kültürel hizmetler de sunmaktadır!.. 








Yunus Emre 

(1238-1320)
Türk, şair. Anadolu´da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncüsüdür. İnsan sevgisine dayanan bir görüşü geliştirmiştir. 
Yaşamı konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi onunla ilgili kaynaklarda anlatılanlar da birbirini tutmaz. Nerede, hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmiyor. Kimi kaynaklarda Anadolu´ya Doğu´dan gelen Türk oymaklarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu söylenirse de kesin değildir. 1320 dolaylarında Eskişehir´de öldüğü söylenir. Batı Anadolu´nun birkaç yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden "makam" adı verilen yer vardır. Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı Divan ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir. Anadolu´da "Yunus Emre" adını taşıyan ve Yunus Emre´den çok sonraları yaşamış başka şairlerin yapıtlarıyla karışan şiirlerinin bir bölümü dil incelemeleri sonunda ayıklanmış, böylece 357 şiirin onun olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştır. Gene Yunus Emre adını taşıyan ve başka şairlerin elinden çıktığı ileri sürülen 310 şiir daha derlenmiştir. Onun dil, şiir ve düşünce bakımından özgünlüğü ve etkisi, ilk düzenlenen Divan´daki şiirleri nedeniyledir. 

Yunus Emre´nin şiirinde, edebiyat tarihi bakımından, dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört önemli sorun sergilenir. Bu sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılır. Şiirde işlenen konular ise insan, Tanrı, Varlık Birliği, sevgi, yaşama sevinci, barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eliaçıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır. O, bu kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olarak sergilemiştir. 

İnsan bir "sevgi varlığı"dır, tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuştur. Tin tanrısaldır, ölümsüzdür, gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce kaynağa, tanrısal evrene dönme özlemi içindedir. Gövde dağılır, kendini kuran öğelere ayrılır. İçinde insanın da bulunduğu tüm varlık evreni toprak, su, ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuştur. Bu dört ilke yaratılmıştır, yaratıcı da Tanrı´dır. Tanrı, bu dört ilkeyi yarattıktan sonra, ayrı ayrı oranlarda birleştirerek varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. İnsan sevgi yoluyla Tanrı´ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik vardır. Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı´yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirmiştir. Gerçekte insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı´dır, türlülük bir "görünüş"tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır. Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik tanrısal tözün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. Tanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması bir "yansıma" niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca "oluş" gerçekleşir. 

Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevginin ereği yüce Tanrı´ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Tanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı´yı, Tanrı´yı seven kendini sever. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). Dost başka bir anlamda da Tanrı´dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür. 

Yunus Emre´de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü, bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar. Yunus Emre´nin dilinde bilge kişinin adı "eren"dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir tanrısal görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur. 

Ölüm tinin gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm tinle gövde arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm yoktur, tinin ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü vardır. Çünkü, bütün varlık türleri tanrısal tözün yansıması olduğundan, salt ölüm de söz konusu değildir. Ölümün bir başka anlamı da bilgiden, erdemden, yetkinlikten, sevgiden yoksun kalmaktır. 

Yunus Emre´nin şiirinde Yeni-Platonculuk´tan kaynaklanan Tasavvuf öğretisinin bütün sorunları bulunur. Bunlara yeni bir çözüm getirmez, Yeni-Platonculuk´un yöntemine dayanarak yorumlar ileri sürer. Bu nedenle onun şiiri Yeni-Platonculuk´un Türkçe açıklanışıdır. 

Yunus Emre´nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu´da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir. Şiirlerinin ölçüsü, Türkçe´nin ses yapısına uymayan "aruz" olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçe´nin ses yapısına uygun biçimde dile getirir, şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür. Yer yer yalın halk söyleyişine yaklaşan dilinde anlam-uyum bağlantısı bütüncül bir içerik taşır. Ona göre önemli olan bir sözü etkili biçimde söylemektir. Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması, bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. İnsan ancak söz söyleme yetisiyle insandır, konuşan Tanrı durumundadır. Yunus Emre´de Türkçe, şiir dili olma yanında, düşünceyi içeren, açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır. 

Yunus Emre´nin biri şiiri, öteki düşünceleriyle olmak üzere, iki yönlü bir etkisi vardır. Gerek dili, gerek görüşleri bakımından halk şiirinin de öncüsü sayılmaktadır. Özellikle tasavvuf inançlarını benimseyen Alevi-Bektaşi geleneğini sürdüren halk ozanları üzerindeki etkisi büyük olmuştur. 





Aşık Davut Sulari


Bugün bayram günü alem eğlenir
Sen bizim yaylaya gel başın için
Dertliler oturmuş derdin söyleşir
Etme intizarın gül başın için


1925 - 17 Ocak 1985. Erzincan’ın Çayırlı ilçesinde doğdu. Asıl adı Davut Ağbaba’dır. Ancak dedesinin yanında büyüdü ve Sulari mahlasını kullandı.

17 yaşında bade içerek aşık oldu. Tasavvuf şairi olan dedesi Kaltık Mehmet Ağa’dan ilk bağlama, şiir ve türkü derslerini aldı. Paşa Doğan adlı akrabasından da aşıklık geleneği ve bağlama konusunda yardım gördü. O dönemden sonra da çalıp söyledi.

Konya Aşıklar Bayramının oluşturulmasında emeği geçen Sulari, 4 yıl kadar Ankara ve İstanbul Radyolarında usta bölge sanatçısı olarak çalıştı.

Türkü, atışma, güzelleme dallarında büyük bir yeteneğe sahipti. Özellikle Alevi kökenli aşıklar içerisinde atışma alanında farklı bir yeri olan Sulari'ye bu özelliği türkülerindeki zenginliğin gelişmesinde önemli katkı sağladı.

Türkiye’nin birçok yerini at sırtında gezerek her gittiği yerde türküler, güzellemeler söyledi. Uzun yıllar çeşitli Avrupa ülkelerinde de dolaşan Sulari, kendine özgü türkü söylemesiyle Mahzuni Şerif’ten Arif Sağ’a birçok insanı etkilemiş dönemin en önemli aşıklarındandır. Ayrıca Daimi gibi birçok aşığa ustalık yaptı.

Aşık Reyhani ile birlikte Türkiye’nin çeşitli yerleri dışında, İran, Irak ve Suriye’yi dolaşarak çalıp söyledi. Özellikle 1970'li yıllarda ise çeşitli Avrupa ülkelerinde uzun süre dolaşarak konserler verdi.

Davut Sulari alışılagelmiş bir aşıklar meclisi sırasında Erzurum’da öldü.







Aşık Şenlik

1913/1850 Yılları arasında yaşamış olan Aşık Şenlik,zamanının Nakşi Bendi evliyalarından olup, Çıldır İlçesine bağlı Suharada; şimdiki kendi ismiyle anılan Aşık Şenlik Kasabasında dünyaya gelmiştir. Daha çocuk yaşlarında Allah'u Teala tarafından badelenir. Mana aleminde Ledün İlminin verilmesi demektir. Ledün İlmi ise Allah'ın bazı sırlarını bazı özel kullarına verilmesidir.Bu ilim transferi üç gün gece gündüz devam etmiştir.Köy halkının üç gün arama sonunda köylerinin alt tarafındaki akar suyun içerisindeki sazlıklarda uyurken bulmaları sonucunda uyanmıştır.İlk sözleri şöyle nakledilmiştir.


Yığılın ahbaplar yaren yoldaşlar,
Bir sağalmaz derde düştüm bu gece,
Hikmeti pir ile Ab'ü zülalden, 
Kevser bulağından içtim bu gece.

Kudret mektebinde verdiler dersi ,
Zahirde göründü Arş ile Kürsi,
Hıfzımda zapt oldu Arabi-Farsi,
Lügati İmranı seçtim bu gece.

Sefil Şenlik Haktan buldu Kemali, 
Bu fikirle vasf-ı halin demeli, 
Bedirlenmiş gördüm güzel cemali,
Tagayyir hal olup şaştım bu gece.

Ay Hocam Arşu alada hüb icabım açtılar
Kef-i keften nun'u nundan her hesabım açtılar
Yerin göğün Arşın Kürşün sırrına oldum nail
Hikmet-i kudret yedinnen dört kitabı açtılar

Okuttular dört kitabı gafletten uyanmışam
Bir aziz pir elinden nuş ediben ganmışam
6666 ya gümanımı salmışam
Bence vüsü dü'dü düdden her hesabım açtılar

Men Şenliyem bir ah çeksem cihanı ahım yudar
Her kime ki gars etsem o sırrım fehme yeter
12 bahçe içinde 48 bülbül öter 
366 günde gani tabım açtılar

Aşık Şenlik ,Ledün İlminin ve Tasavvuhi alanlarındaki methiyelerinin yanında Milliyetçi şuura ve ruha sahip bir Halk Kahramanımızdır. 1877/1878 Osmanlı-Rus Savaşlarında işgal altındaki Çıldır Eyaletini yöneten Rus Paşasına Kellesini vermek pahasına aşağıdaki dizeleri söylemiştir.

93 KOÇAKLAMASI


Ehli İslam olan işitsin bilsin
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana
İsterse Uruset neki var gelsin
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana 

Guşananın gılıcı geyinin donu
Gavga bulutları sardı her yanI
Doğdu goç yiğidin şan alma günü
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana

Asker olan bölüh bölüh bölünür
Sandınız mı Gars galası alınır
Boz atlar üstünde gılıç çalınır
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana

Kavga günü namert sapa yer arar
Erolan göksünü düşmana gerer
Cemi ervah biznen meydana girer
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana

Beni Asfer'dir bilin Urus'un aslı
Orman yabanisi balıhçı nesli
Hınzır sürüsüne dalıp gurt misli
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana

Hele Alosman'n görmemiş zorun
Din gayreti olan tedarik görün
At tepip baş kesin düşmanı kırın
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana 

Şenlik ne durursuz atları minin
Sıyra gılıç düşman üstüne dönün
Artacahtır şanı bu Alosman'n
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana

 

Bugün 12 ziyaretçi (18 klik) Kişi Berk942.tk 'ye uğradı.
»»»»» Arama «««««

© Copyright 2013 Tüm Hakları Saklıdır. | Berk TUFAN

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol